Tevhid ve Hiyerarşi: Kur’ânî Bir Reddiye
Giriş
Bu metin, İslâmî tevhid anlayışının yalnızca metafizik değil, aynı zamanda siyasal ve toplumsal düzeyde nasıl dönüştürücü bir ilke sunduğunu tartışmaktadır. Tevhid, İslâmî düşüncenin merkezinde yer alır ve bu ilke gereği, Allah’tan başka mutlak hiçbir otorite tanınamaz. Bu mutlaklık yalnızca bireysel kulluk ilişkisini değil, toplumsal ilişkilerdeki güç dağılımını da biçimlendirir. Buna göre, “İslam’da hiyerarşi vardır” şeklindeki yaklaşımlar, tevhidin bütüncül yapısını parçalayarak onu sadece metafizik bir ilkeye indirger. Hâlbuki Kur’ân, tevhidi aynı zamanda bir yönetim biçimi, bir toplumsal denge ilkesi ve bir özgürleşme çağrısı olarak sunar.
Tarihsel süreçte İslam toplumlarında ortaya çıkan hiyerarşik yapılar —özellikle Emevî ve Abbâsî siyaset teorilerinde kristalize olan— Kur’ânî değil, tarihsel ve beşerî yorumların bir ürünüdür. Bu çalışmada, bu yorumların hangi bağlamlarda üretildiği, hangi Kur’ânî ilkelerle çeliştiği ve nasıl bir alternatif siyasal-toplumsal yapı önerildiği tartışılacaktır.
1. Tevhid: Kudretin Tekilliği ve Otorite Sınırlarının Ontolojisi
Kur’ân’da geçen:
“Hüküm yalnızca Allah’a aittir.” (Yûsuf, 12/40)
ayeti, yalnızca ahiret bağlamında değil, dünyevî düzenin işleyişi bakımından da temel ilkedir. Bu hüküm, Allah’ın mutlak yasama yetkisini vurgularken, beşerî otoritenin her tür formunun sınırlı, geçici ve denetlenebilir olduğunu ilan eder. Dolayısıyla herhangi bir lider, halife, imam, şeyh ya da devlet yöneticisinin mutlak otorite iddiası tevhid ilkesiyle doğrudan çelişir.
Tevhid yalnızca Allah’ın varlığını kabul etmek değil; O’nun mutlak otoritesini toplumsal düzende de tesis etmeye çalışmaktır. Beşerî hiyerarşiler, bu nedenle tevhidin pratiğe dökülmesinin önündeki en temel engellerdendir.
Bu bağlamda tevhid, sadece teolojik bir tefekkür konusu olmaktan çıkar; aynı zamanda sosyal adaletin, yönetişim ahlakının ve birey-toplum ilişkilerinin temel normu hâline gelir. Kur’ân’ın inşa etmeye çalıştığı toplumsal düzen, bir grup insanın mutlak otoriteyle diğerleri üzerinde tasarrufta bulunmasını değil, herkesin Allah karşısında eşit sorumluluk taşıdığı bir adalet zeminini öngörür.
Bu perspektiften bakıldığında, mü’min bir bireyin hiçbir beşerî otoriteye sorgusuzca itaati mümkün değildir. Çünkü böyle bir itaat, Kur’ân’ın “la tağût” ilkesiyle açıkça reddettiği bir davranıştır. Tağût kavramı —ister siyasal bir despot, ister dinî bir otorite, ister ekonomik bir egemen güç olsun— Allah’ın hükmünün yerine geçmeye çalışan her türlü beşerî düzeni ifade eder. Bu nedenle “Tevhid”, sadece bir inanç ilkesi değil, aynı zamanda anti-tağûtî bir duruştur.
Bu yönüyle tevhid, bireyi zihinsel ve ahlâkî bir özneliğe çağırır. Mü’min, kendisine sunulan otorite yapısını sadece şekli gerekçelerle değil; adalet, meşruiyet ve Kur’ânî ilkelere uygunluk açısından da değerlendirmek zorundadır. Bu yükümlülük, bireyin ahlâkî sorumluluğunu arttırır ama aynı zamanda onu özgürleştirir: Çünkü kulluk, yalnızca Allah’a yöneltilirse, diğer tüm tahakküm biçimleri kırılır.
Bu kırılma, yalnızca bireysel düzeyde değil, kolektif düzeyde de etkili bir devrimsel potansiyele sahiptir. Tevhid ilkesi üzerine kurulu bir topluluk, hiçbir şekilde bir sınıfın, zümrenin veya ruhbanın diğerleri üzerinde kalıcı ve sorgulanamaz bir otorite kurmasına izin veremez. Bu yüzden tevhid, toplum içindeki tüm dikey yapılanmaları yıkarak, yatay bir sorumluluk ve dayanışma modelini mümkün kılar.
Sonuç olarak, “Hüküm yalnızca Allah’a aittir” ilkesi, sadece teolojik değil, aynı zamanda devrimci bir ilkedir. Bu ilkenin yaşamsallaşması, sadece bireysel ibadet değil; aynı zamanda toplumsal bir adalet mücadelesidir. Ve bu mücadele, her mü’minin kendi sorumluluğunu üstlenmesiyle, yani beşerî otoriteler karşısında sorgulayıcı bir bilinç ve adil bir direniş inşa etmesiyle anlam kazanır.
2. Peygamber ve İtaat: Vahyin Taşıyıcılığı ve Siyasal Model
Nisa 4/59’daki:
“Allah’a itaat edin, Peygambere ve sizden olan ulü’l-emre de…”
ayeti, yüzeysel olarak bakıldığında hiyerarşik bir itaat ilişkisi kuruyor gibi görünse de, devamındaki “…anlaşmazlığa düşerseniz onu Allah ve Resûlü’ne götürün” ifadesi, tüm beşerî otoritelerin Allah ve Resûl ölçütüyle kayıt altına alındığını gösterir. Bu bağlamda, “ulü’l-emr” olarak nitelenen yöneticiler, sadece Kur’an ve Sünnet’e uygunluk derecesiyle geçerlilik kazanabilirler.
Hz. Peygamber’in konumu da bu çerçevede değerlendirildiğinde, o bir “mülk sahibi kral” değil, bir “nebi ve rasul”dür. Kur’an’daki tanımlamalar, onun otoritesini bağlayıcı değil, davet edici, uyarıcı ve yönlendirici nitelikte tanımlar:
“Ey Peygamber! Biz seni bir şahit, bir müjdeleyici, bir uyarıcı ve Allah’a izniyle çağıran bir davetçi olarak gönderdik.” (Ahzab, 45–46)
Bu ayet, Hz. Peygamber’in misyonunu bir hükümran ya da zorlayıcı bir otorite değil; hakikatin tanığı, adaletin davetçisi ve ilahî mesajın taşıyıcısı olarak tanımlar. Kur’an’da Hz. Peygamber’in, insanlar üzerinde zorlayıcı bir tahakküm aracı olması açıkça reddedilir:
“Sen onların üzerinde bir zorba değilsin.” (Gaşiye, 88/22)
Bu ifade, onun risalet görevinin, ikna ve tebliğe dayandığını; insanların vicdanlarına hitap eden bir uyarıcılık olduğunu vurgular. Nitekim Hz. Peygamber’in Medine’deki yönetimi de bu çerçevede istişareye, rızaya ve toplumsal meşruiyete dayalıdır. Hudeybiye Antlaşması, Uhud Savaşı ve birçok içtimâî meselede onun kendi görüşü yerine istişare sonucunda ortaya çıkan toplumsal iradeye uyması, bu anlayışın pratik yansımasıdır.
Hz. Peygamber’in liderliği, karizmatik ya da kurumsal bir tahakküm değil; ilahî mesajın en adaletli ve en ahlâklı biçimde somutlaşmasıdır. Bu anlamda peygambere itaat, onun şahsî iradesine boyun eğmek değil; onun vahyi temsil eden örnekliğine bağlı kalmak anlamına gelir. Bu ayrım, İslam’daki otorite anlayışını kökten değiştirir: Otorite, bir kişinin konumuna değil; hakikate olan yakınlığına göre değerlendirilir. Bu da doğrudan tevhid ilkesiyle örtüşür.
Üstelik Kur’an’da, Hz. Peygamber’in zaman zaman eleştirildiği, uyarıldığı ve kendi içtihadının Allah katında tashih edildiği ayetler bulunur (bkz. Abese 1–10; Tevbe 43; Enfal 67). Bu, onun konumunun mutlak bir otorite değil; vahyin emanetini taşıyan bir beşer olduğunu gösterir. Bu da, peygamber örnekliğinin dahi eleştirilebilir ve sorgulanabilir olduğuna, dolayısıyla diğer tüm beşerî otoritelerin çok daha fazla denetime açık olması gerektiğine işaret eder.
Ayrıca, Kur’an’da geçen “İtaat edin” kalıplarının çoğu zaman “Allah’a ve Peygambere” birlikte yöneltilmesi, Peygamber’in otoritesini kendi başına değil, sadece ilahî iradeyi temsil ettiği ölçüde anlamlı kılar. Peygamber’e itaat, vahyin ahlâkî ve adaletli ilkesine tabi olmayı gerektirir; bu da tüm yöneticiler için bağlayıcı bir örneklik teşkil eder.
Sonuç olarak, Hz. Peygamber’in örnekliği, bir model olarak bireysel ve toplumsal rehberlik içerir; ancak bu, asla dayatma ya da dikey bir iktidar formu değildir. Onun uygulamalarında öne çıkan istişare, rıza, adalet ve şeffaflık ilkeleri, İslam siyaset düşüncesinin temelini oluşturur. Bu temel, hiyerarşik tahakkümlerden uzak, yatay ve katılımcı bir toplumsal örgütlenmenin Kur’anî dayanağını meydana getirir.
Bu yönüyle Tevhidî Agorizm, Hz. Peygamber’in pratik sünnetinden ilham alarak, otoriteyi aşağıdan-yukarıya akan bir emanet ve sorumluluk ilişkisi olarak yeniden tanımlar. Sadece dinî değil, aynı zamanda siyasal ve iktisadî alanlarda da adalet, hesap verilebilirlik ve rıza esaslı bir yapılanmayı meşrulaştırır.
Bu yeniden tanım, otoriteyi kutsallaştırmak yerine, onu sınırlandırmayı, şeffaflaştırmayı ve toplumun ortak rızasına dayandırmayı esas alır. Bu bağlamda, Tevhidî Agorizm, peygamberî örnekliği sadece tarihsel bir model olarak değil, çağdaş Müslüman toplumlar için siyasal bir ilke ve yönetişim etiği olarak yorumlar. Bu ilkeye göre, hiçbir yönetici, âlim, cemaat lideri veya dinî temsilci mutlak otoriteye sahip değildir; her biri Kur’an ve Sünnet ölçütlerinde denetlenebilir ve gerektiğinde eleştirilebilir konumda olmalıdır.
Ayrıca, Hz. Peygamber’in risaletini üstlendiği toplumda, bireyin iradesi hiçbir zaman yok sayılmamış; aksine bireyin vicdanına, aklına ve ahlâkına sürekli olarak hitap edilmiştir. Bu yaklaşım, modern anlamda katılımcı demokrasilerle değil, ancak onlardan çok daha derin bir adalet ve sorumluluk bilinciyle eşdeğerdir. Zira burada esas olan, çoğunluğun değil, hakikatin belirleyici olmasıdır. Tevhidî yaklaşıma göre, istişare sadece bir yöntem değil; ilahî hikmetin toplumsal düzene aktarılması için zorunlu bir araçtır. Bu, Peygamber’in de içinde olduğu tüm yöneticiler için geçerli bir ilkedir.
Hz. Peygamber’in yönetim biçiminde öne çıkan bir diğer unsur, bireyler arası ilişkilerde eşitlik, topluluklar arası ilişkilerde ise adalettir. Medine Vesikası bu bakımdan çarpıcıdır: Müslümanlar, Yahudiler ve diğer topluluklar arasında yapılan bu anayasal belge, tek merkezli bir otorite değil; çoğulculuğa ve müşterek sorumluluğa dayalı bir siyasal sözleşme niteliğindedir. Bu belge, modern ulus-devlet anlayışından çok daha önce, farklı inanç gruplarının barış içinde bir arada yaşamasını mümkün kılan bir toplumsal zemin oluşturmuştur. Bu model, her ne kadar tarihsel bir bağlamda ortaya çıkmış olsa da, ilkesel düzeyde hâlâ geçerliliğini korumaktadır.
Tevhidî Agorizm, bu modeli günümüz dünyasına taşıyarak, ulusalcı, merkeziyetçi ve bürokratik siyasal sistemler yerine, yerel ve katılımcı yapılara dayalı bir toplum inşa etmeyi hedefler. Bu toplumda otorite, yukarıdan empoze edilen bir güç değil; aşağıdan yükselen bir rıza, meşveret ve adalet bilincidir. Böyle bir yapılanmada, peygamberî örnekliğin merkeze alınması, sadece siyasî değil, aynı zamanda epistemolojik ve ahlâkî bir dönüşüm de doğurur.
Bu dönüşüm, modern çağın tahakküm biçimlerine karşı da güçlü bir eleştiri sunar. Zira çağdaş seküler sistemler, genellikle otoriteyi kutsallıktan arındırmak adına onu bütünüyle teknikleştirir ve görünmez kılar. Tevhidî bakış ise, otoritenin meşruiyetini yalnızca teknik başarıya değil; ahlâkî liyakat, toplumsal rıza ve adalet ölçütlerine dayandırır. Bu da yöneticinin her daim sorgulanabilir, her kararın her birey tarafından değerlendirilebilir olmasını gerektirir. Çünkü gerçek tevhid, yalnızca Allah’ın hükmünü mutlaklaştırırken, diğer tüm hükümranlık iddialarını sınırlayan, sorgulayan ve geçici kılan bir ilkedir.
Sonuç olarak, Hz. Peygamber’in yönetim tarzı, İslam toplumları için yalnızca bir ideal değil, aynı zamanda uygulanabilir bir örneklik sunar. Bu örneklik, ne bir teokrasiye, ne de seküler otoriterizme kapı aralar. Aksine, halkın bilinçli katılımına, adaletin merkezîliğine ve vahyin rehberliğine dayalı özgürlükçü bir toplumsal modeli öne çıkarır. Tevhidî Agorizm, bu örneklik üzerinden sadece devleti değil, bireyi de dönüştürmeyi amaçlar: Birey, artık itaate değil; sorumluluğa, bağımlılığa değil; özgürlüğe, tahakküme değil; adalete yönelir.
Ve işte bu yöneliş, çağın tüm beşerî sistemlerine karşı yükselen bir tevhidî reddiyedir — hem ruhu, hem toplumu, hem de dünyayı Allah’tan başkasına kul olmaktan azade kılmak için.
3. Şûrâ İlkesi: Yetkinliğin ve Rızanın Esası
Şûrâ, Kur’an’da yalnızca önerilen bir yöntem değil; toplumsal meşruiyetin ilahî teminatıdır:
“Onların işleri aralarında şûrâ iledir.” (Şûrâ, 42/38)
Bu ayet, toplumsal kararların yukarıdan aşağıya değil, yatay bir şekilde —katılımla, danışmayla, karşılıklı rızayla— alınması gerektiğini ifade eder. Hz. Peygamber’in Uhud Savaşı örneğindeki tutumu, bu ilkenin fiilî uygulamasıdır: kendi görüşü aksine genç sahabenin görüşüne uyması, hiyerarşiden kaçınarak kolektif sorumluluğu öncelediğini gösterir.
Bu anlayış, modern temsilî demokrasilerden farklı olarak, bireysel oy hakkından ziyade doğrudan ve sürekli müzakerelere dayanan bir katılım biçimini ima eder.
4. Hilafet Kurumu: Siyasal Bir Modelin Dönüşümü
Kur’ân’da “halife” terimi bireylere ya da soy zincirlerine değil, insana genel bir sorumluluk tanımı olarak kullanılır (Bakara, 2/30). Hz. Ebû Bekir’in halifeliği bu bağlamda, vahyî bir görevlendirme değil, toplumun istişaresi sonucu ortaya çıkan pratik bir çözümdür. Bu durum, yöneticilerin atama değil rızaya dayalı olması gerektiğini teyit eder.
Ancak daha sonra Emevî ve Abbâsî yönetimleri, bu kurumu kalıtsal monarşiye dönüştürmüş; bu da tevhid ile çelişen bir kutsal otorite mitolojisi üretmiştir. Kur’ânî bir ilke olmayan bu gelişme, siyasetin dinî meşruiyetle manipüle edilmesinin ilk örneklerinden biridir.
Hilafetin bu tarihsel evrimi, yönetişimin temelinde yer alması gereken şûrâ ve rıza ilkelerinin zamanla terk edilerek yerine otoriter ve soy temelli bir iktidar yapısının inşa edildiğini gösterir. Oysa ki Hz. Ebû Bekir’in kendisi dahi, göreve gelişini meşrulaştırmak için “Ben en iyiniz değilim; ancak bana yardımcı olun” diyerek mutlak otorite iddiasını reddetmiştir. Bu yaklaşım, Kur’ân’ın emrettiği gibi yönetimin ilahî bir ayrıcalık değil, halkla yapılan bir emânet ve mesuliyet akdi olduğunu ortaya koyar.
Emevîlerle başlayan ve Abbâsîlerle kurumsallaşan bu hilafet modeli ise halkın rızasına değil; güç, soy ve zorbalık esasına dayanmıştır. “Zorla biat” uygulamaları, siyasi muhalefetin şiddetle bastırılması ve meşruiyetin soyla temellendirilmesi gibi uygulamalar, hilafetin artık Kur’ânî bir model olmaktan çıkıp, dünyevî tahakküm araçlarına dönüştüğünü açıkça gösterir. Bu süreçte, hilafet yalnızca bir yönetim biçimi değil; aynı zamanda dinsel meşruiyet üzerinden hükmetmenin ideolojik aygıtı hâline gelmiştir.
Bu durumun en belirgin sonucu, yöneticilerin “Allah adına hükmettiği” iddiasının doğmasıdır. Oysa bu, “Hüküm yalnızca Allah’a aittir” (Yûsuf, 12/40) ilkesine açık bir aykırılık teşkil eder. Tevhid, yalnızca bireyin değil, toplumun da Allah’tan başkasına boyun eğmemesini şart koşar. Dolayısıyla halifelerin ilahî vekil gibi sunulması, toplumsal kulluğun beşerî otoritelere devredilmesi anlamına gelir ki bu, tevhid inancının özüne yapılan en büyük tahriflerden biridir.
Hilafet kurumunun bu şekilde mutlaklaştırılması, zamanla Müslüman toplumlarda sorgulanamaz liderlik, ruhban tipi ulema sınıfı ve kutsallaştırılmış devlet anlayışının da önünü açmıştır. Siyasal iktidar, artık ümmetin maslahatını gözeten bir hizmetten ziyade; Allah adına yönetme iddiasıyla meşrulaştırılmış bir tağûtî yapıya dönüşmüştür.
Bu sebeple Tevhîdî Agorizm, hilafeti dinî bir emir olarak değil; tarihsel ve siyasal bir model olarak değerlendirir. Bu modelin başlangıçta istişareye dayalı olması, onun Kur’ân’a daha yakın olduğunu gösterse de; zamanla geçirdiği dönüşüm, tevhid ilkesine bütünüyle aykırı bir hiyerarşik tahakküm yapısına evrilmiştir.
Dolayısıyla bugün hilafetin yeniden ihyası çağrıları, tarihsel gerçeklikten ziyade nostaljik ve romantik bir idealizme dayanmaktadır. Esas olan, Kur’ân’ın öngördüğü şûrâ, adalet ve rıza temelli toplumsal sözleşmeyi yeniden inşa etmektir. Halifelik adı altında mutlak bir merkeziyetçiliğin ya da teokratik vesayetin yeniden üretilmesi değil; her bireyin eşit söz hakkına sahip olduğu, kolektif akla dayanan bir toplumsal düzenin kurulmasıdır.
Bu anlayış, hilafet kurumunu reddetmek değil; onu tevhid ilkesi ekseninde yeniden sorgulamak anlamına gelir. Çünkü İslam’da kutsallık yalnızca Allah’a aittir; hiçbir makam, soy ya da unvan, mutlak itaat talep edemez. Bu sebeple, Tevhîdî bir toplumda hilafet değil, müşterek akıl ve sorumluluğa dayalı yatay yapılar meşrudur. Ve bu yapıların temeli, Kur’ân’ın gösterdiği üzere, yalnızca şûrâ, adalet ve rızadır.
Bu çerçevede, hilafetin yeniden yorumlanması, tarihsel formların tekrarı değil; Kur’ânî ilkelerle uyumlu, yeni bir toplumsal örgütlenmenin inşası anlamına gelir. Çünkü İslam’ın vadettiği adalet ve özgürlük, mutlak bir liderliğin etrafında şekillenen tek merkezli yapılarla değil; şûrâya dayalı, çoğulcu ve sorumluluk esaslı modellerle mümkündür. Tevhîdî Agorizm’in hilafet meselesine yaklaşımı da tam olarak bu noktada devrimcidir: tarihsel biçimleri kutsamak değil, onları ilkelere göre yeniden değerlendirmektir.
Bununla birlikte, hilafetin mutlaklaştırılması sadece siyasal sonuçlar doğurmamış; aynı zamanda Müslüman toplumların bilgi üretim biçimlerini de etkilemiştir. Hilafetin kutsal kabul edildiği bir ortamda, ona itaat bir iman meselesine dönüştüğü için, eleştirel düşünce, içtihat ve muhalefet ya bastırılmış ya da marjinalize edilmiştir. Bu durum, ilmin yerini resmî dogmaya, ictihadın yerini taklide, özgür düşüncenin yerini ise biat kültürüne bırakmasına yol açmıştır.
Bu yüzden Tevhîdî Agorizm’in hilafet eleştirisi, yalnızca siyasi değildir; aynı zamanda epistemolojik ve kültüreldir. Hakikatin tekel altına alınmasına, yorumun resmîleştirilmesine ve bilginin tahakküm aracına dönüşmesine karşı durur. Gerçek bir İslami dirilişin, yalnızca yönetim biçimini değil; bilgi üretimini, dini yorumlama biçimlerini ve toplumsal örgütlenmeyi de kökten sorgulaması gerekir.
Aksi hâlde, “hilafet” adı altında kurulacak her yeni yapı; tarihî hataları yeniden üretmekten, otoriteyi kutsamaktan ve özgürlük alanlarını daraltmaktan öteye geçemez. Oysa Kur’ân’ın sunduğu ufuk, belirli bir modelin kalıplaştırılması değil; temel ilkeler üzerinden sürekli bir toplumsal yenilenmeyi esas alır. Bu ilkeler ise açıktır: Tevhid, adalet, şûrâ, emaneti ehline verme, ve zorbalığa karşı sorumluluk bilinci.
Sonuç olarak, hilafet üzerine yapılan her tartışma, aslında otoriteyle olan ilişkimizi yeniden gözden geçirme imkânıdır. Bu bağlamda Tevhîdî Agorizm, hilafeti bir otorite simgesi olarak değil, geçmişteki bir toplumsal denemenin olumlu-olumsuz tecrübeleri üzerinden ders çıkarılması gereken tarihsel bir vaka olarak değerlendirir. Esas olan, Kur’ân merkezli bir adalet ve özgürlük düzeninin inşasıdır — bunun adı ister hilafet, ister meşveret meclisi, isterse müşterekler şûrâsı olsun, önemli olan içeriktir; biçim değil.
Ve bu içerik, Allah’tan başka kimseye mutlak itaat etmeyen, tahakkümü değil dayanışmayı, biatı değil istişareyi, kutsanmış liderliği değil, kolektif aklı esas alan bir toplumdur. Kur’ân’ın öngördüğü model budur — ve bu modelin çağdaş karşılığı, şûrânın, karşı-ekonominin, özgürlük temelli müşterek hayatın inşasında aranmalıdır. Tevhîdî Agorizm’in inşa çabası da tam olarak bu yolda, geçmişin zincirlerini kırarak, ilahi ilkelerle geleceğe yürüyen bir toplum tahayyülüdür.
5. Değer ve Üstünlük: Takvânın Kamusal Anlamı
Kur’ân’ın insanlık tanımı, farklılıkların ontolojik değil, toplumsal bir tanışıklık vesilesi olduğunu söyler:
“Sizi halklar ve kabileler hâlinde yarattık ki tanışasınız.” (Hucurât, 49/13)
Ardından gelen ayet:
“Allah katında en üstün olanınız, en takvâlı olanınızdır.”
buradaki üstünlük, ölçülebilir veya kamusal olarak tespit edilebilir bir üstünlük değil, yalnızca Allah tarafından bilinebilecek bir niteliktir. Bu nedenle toplumsal roller, unvanlar, doğuştan gelen statüler mutlak bir otoriteye dönüşemez.
Toplumda ilmî, ahlâkî ya da yönetsel roller oynayan kimselerin konumu, bir sorumluluk ve hesap verme konumu olarak değerlendirilmelidir. Hiçbir birey, kendi takvâsını toplumsal tahakküm aracına dönüştüremez.
Bu noktada takvâ, bireyin iç dünyasına ait bir hal olmaktan çıkarak, toplumsal yapının adaletle işlemesini sağlayan bir ilkeler dizisine dönüşür. Tevhîdî bir toplumda üstünlük iddiası, doğrudan sorgulanması gereken bir haksızlıktır. Zira üstünlük, görünüşteki başarı, zenginlik, soy ya da dini unvanla ölçülemez. Bu tür üstünlük formları, çoğu zaman toplumda ayrıcalıklar üretir ve adaleti zedeler.
Kur’ân’ın sunduğu takvâ temelli eşitlik anlayışı, hiyerarşiye değil sorumluluğa dayanır. Bu anlayışta öne çıkan her birey, sahip olduğu bilgi, yetenek veya konum sebebiyle değil; adaletli oluşu, sorumluluk bilinci ve topluma karşı duyduğu tevazuu ile kıymetlidir. Gerçek bir takvâ sahibi, kendisini toplumun üzerine çıkarmaz; aksine daha fazla hizmetle, daha fazla hesap verme isteğiyle yaşar.
Bu bağlamda Tevhîdî Agorizm, toplumsal ilişkilerde takvâyı; otoritenin meşruiyet kaynağı olarak değil, sınırlayıcı ve denetleyici bir etik ilke olarak konumlandırır. Hiç kimse “ben daha takvâlıyım” diyerek yönetme hakkı elde edemez. Zira takvâ, kamusal bir üstünlük gerekçesi değil; bireyin Allah ile olan ilişkisine ait mahrem ve görünmez bir boyuttur. Ve bu boyut, beşerî ölçülerle değerlendirilip politik bir ayrıcalığa çevrilemez.
Bu anlayışla inşa edilen bir toplumda, görevler liyakatle verilir; ama bu liyakat, dünyevî kazanımların değil, emaneti ehline verme ve sorumluluğu adaletle taşıma ilkesine dayanır. Her görev, bir nimet değil, bir imtihan olarak görülür. Bu yüzden Tevhîdî bir toplumda öne çıkan kişi, alkışla değil; murakabe ile, övgüyle değil; denetimle karşılanır.
Kur’ân’ın ifadesiyle “en üstün olan en takvâlı olandır” ilkesi, aynı zamanda toplumsal eşitliği ilahî temele bağlayan devrimci bir beyandır. Bu ilkeye göre toplumda hiç kimse doğuştan gelen bir ayrıcalıkla hareket edemez. Irk, soy, servet, cinsiyet ya da makam üstünlük sebebi değil; adalet, merhamet ve sorumluluk ölçüsüdür.
Bu nedenle Tevhîdî Agorizm’in inşa ettiği toplumsal modelde, liderlik veya rehberlik makamları; halk tarafından belirlenen, şûrâya tabi olan ve her zaman geri çağrılabilir nitelikte geçici sorumluluklardır. Bu makamlarda bulunan kişilerin tek meşruiyeti, toplumsal rızadır; kendilerini “takvâ sahibi” ilan ederek değil, tevazu içinde halkla birlikte yaşayarak bu meşruiyeti koruyabilirler.
Sonuç olarak, Kur’ân’da takvâ temelinde kurulan değer anlayışı, toplumda tahakkümü değil, eşitliği; ayrıcalığı değil, sorumluluğu; hükmetmeyi değil, hizmet etmeyi öne çıkarır. Bu anlayış, sadece İslamî değil, evrensel bir adalet vizyonudur. Ve bu vizyon, ancak takvânın bireylerin iç dünyasında kalmayıp, sosyal ilişkilerde zulmü ve kibri önleyen bir bilinç hâline gelmesiyle hayata geçebilir. Tevhîdî Agorizm de bu adalet bilincinin, bütün hiyerarşileri kıran bir yaşam ahlâkına dönüşmesini hedefler.
Sonuç: Tevhidî Düzende Otoritenin Reddi
Tevhid, sadece bir inanç ilkesi değil, aynı zamanda toplumsal adaletin ve özgürlüğün teminatı olan bir siyasal doktrindir. Tevhîdî Agorizm, bu ilkeyi merkeze alarak, yukarıdan dayatılan hiyerarşik yapılar yerine yatay, katılımcı, rızaya dayalı ve şûrâ esaslı bir toplumsal örgütlenmeyi önerir. Devletin merkezî otoritesi ya da dinî kurumların tahakkümü, bu ilkelerle çelişir.
Dolayısıyla, İslâmî tevhid anlayışı ile modern ya da tarihsel hiyerarşik yapılar arasında uzlaşmaz bir gerilim vardır. Gerçek özgürlük, yalnızca Allah’a kullukta, yani beşerî otoritelere karşı özgürleşmede mümkündür.
Bu özgürlük çağrısı, Kur’ân’ın ilk muhataplarından günümüz mü’minlerine kadar uzanan kesintisiz bir inkılâbî mirastır.
○
Bir süredir metin yazmıyordum...
Yazdıklarımı Elif Canpolat’ıma armağan ediyorum.
Seni beklerken canım çok sıkılıyor.
○