13 Eylül 2025 Cumartesi

Gazze'de Ölüm Var...

 

Siyonist Zulme Karşı Tevhîdî Agorist Bir Duruş



Özet

Bu yazı, 7 Ekim 2023’teki şiddetli tırmanmadan itibaren Filistin halkına karşı yürütülen askeri harekâtların sonuçlarını, insani ve hukuki boyutlarını, bölgedeki aktörlerin rollerini ve küresel siyasetin şaibeli desteğini belgeleyip kınamayı amaçlar. Siyonist-devlet aygıtının Gazze ve Batı Şeria’da uyguladığı politika, sadece askerî taktiklerin ötesinde, temel insanî ihtiyaçların kasıtlı şekilde kesilmesi ile birlikte bir yok etme stratejisine dönüşmüştür. Bu suçlamanın ağırlığını göstermek için Uluslararası İnsan Hakları Kuruluşlarının ve bağımsız raporların tespitlerine başvuruyorum. (BM gibi aygıtların varlığından rahatsızım.) Son bölümde ise, bu zulme karşı Tevhîdî Agorizm perspektifinden bir karşı-duruş hattı öneriyorum: merkezi olmayan dayanışma ağları, karşı-ekonomik (agorist) dayanışma pratikleri ve iman temelli kolektif eylemler. Bu öneriler, şiddete bir çağrı olmakla birlikte; işgalci mekanizmalara karşı insani, ahlaki ve yapısal bir direniş hattıdır. Bkz.

Giriş: Zulümle Yüzleşmekten Kaçmayacağım

Siyonist ideoloji ile temsil edilen ve İsrail devleti tarafından somutlaşan politika, Filistin halkına yönelik neredeyse kesintisiz bir tahakküm ve yıldırma örüntüsü sergilemektedir. Bu gerçekleri göğsümde taşıyarak yazıyorum: masumların sistematik ölümü, kuşatma sonucu açlık ve tıbbi imkânların yok edilmesi, yerinden etme ve altyapının kasıtlı hedef alınması, insanlık dışı bir manzara oluşturuyor. Bu sorumlulukları göz ardı edenler, tarihin karanlık tarafında yer alacaklardır.

Kısa Tarihçe ve Olay Özetleri (Taraflar ve Eylemler)

  1. Harekâtın Kısa Tanımı ve Etkisi (7 Ekim 2023 sonrası): 7 Ekim 2023’te Hamas’ın saldırısıyla başlayan şiddet dalgası, iki yıllık (ve hâlen süren) bir çatışma dönemini doğurdu. Bu dönemde Gazze’deki yoğun bombardıman, ablukalar ve kısıtlamalar insanî koşulları felç etti; on binlerce sivil hayatını kaybetti, yüz binlercesi yaralandı ve milyonlar zorunlu göçe maruz kaldı. Sağlık altyapısı çöktü; yardım koridorları engellendi veya ciddi kısıtlamalara tabi oldu. Anadolu Ajansı

  2. Sivil Kayıplar ve İnsani Kriz: Gazze Sağlık Bakanlığı, sivil kayıpların çok yüksek olduğunu bildiriyor; bağımsız insan hakları kuruluşları da bombardıman ve ablukanın milyonlar üzerinde doğrudan ölümcül etkileri olduğunu belirtiyor. Buna ilişkin ayrıntılı tespitler ve vak’a incelemeleri Amnesty International ve Human Rights Watch gibi kuruluşlarca yayımlandı; bu kuruluşlar bazı saldırıların savaş suçu ve hatta bazı politika ve uygulamaların soykırım veya soykırımı çağrıştıran niteliğe sahip olabileceğini rapor ettiler. Amnesty International

  3. Uluslararası Kuruluşların Değerlendirmeleri: B’Tselem, Human Rights Watch ve Amnesty gibi kuruluşlar; bombardımanların düzensiz şekilde ve sivil hedefleri orantısız biçimde vurduğu, abluka/pratiklerin toplu cezalandırma niteliği taşıdığı ve bazı uygulamaların “yok etme”/“extermination” boyutunu taşıyabileceği yönünde raporlar yayımladı. Birleşmiş Milletler insan hakları organları da İsrail’in uygulamalarının toplu cezalandırma ve soykırım ile uyumlu olabileceğine dair değerlendirmeler yaptı. Bu raporların ortak özelliği, tüm eylem ve politikaların kapsamlı saha ve tanık verilerine dayanmasıdır. btselem.org

  4. Siyasi Destek ve Küresel Hesapsızlık: ABD ve bazı Batılı hükümetlerin askeri, diplomatik ve politik desteği, İsrail siyasetinin uluslararası alanda görece serbest hareket etmesine olanak sağladı. Bu durum, işgalci politikanın meşrulaştırılmasına ve yaptırımlardan kaçınmasına hizmet etti; bu sebeple suçların sorumluluğunu yalnızca sahadaki aktörlere yüklemek adaleti eksik bırakır. The Guardian

İnsanî Durumun Anatomisi: Abluka, Açlık ve Sağlık Çöküşü

Gazze’ye yönelik uzun süreli abluka ve son dönemdeki saldırı dalgaları, nüfusun temel ihtiyaçlarına ulaşımını sistematik olarak engelledi. Yardım kuruluşlarının, sağlık çalışanlarının ve sivillerin hedef alınması veya koridorların kapatılması; su, yakıt, elektrik ve tıbbi malzeme eksikliği; hastanelerin işlevsizleşmesi—bunların hepsi insanlığın sınırlarını zorlayan eylemler. Uluslararası kuruluşların raporları, bu politikaların yalnızca operasyonel hata ya da “yanlışlık” olmadığını, aksine sonuçları öngörülebilir ve engellenebilir olan bir stratejinin parçası olduğunu gösteriyor. Bu, yok etme eylemleriyle yakından ilişkilidir.

Aktörlerin Rolleri: Hamas’tan İsrail Devletine; Bölgesel ve Küresel Dinamikler

  • Hamas: İsrail’in meşru güvenlik kaygılarını tetiklemiştir. Ancak bu gerçek, İsrail’in kolektif cezalandırma, temel insanî ihtiyaçları kesme ve sivil altyapıyı hedef alma politikalarının haklılaştırılmasına izin vermez.

  • İsrail Devleti ve Askerî Aygıt: Hükümetlerin ve askeri karar alıcıların açıklamaları, uygulamalar ve hedefleme pratikleri, uluslararası kuruluşların raporlarında ana suçlu konumunda değerlendirilmektedir. Savaş alanında hukuka riayet etme yükümlülüğü karar vericilere ve ordulara aittir; sistematik ihlaller bu kurumların politikalarını sorgulatmalıdır. Human Rights Watch

  • Bölgesel Aktörler ve Uluslararası Destekçiler: ABD ve bazı Batılı müttefiklerin askeri, diplomatik ve lojistik desteği, işgalci politikaların sürdürülmesini kolaylaştırmıştır. Bu roller, yalnızca İsrail’i değil, ona destek veren uluslararası aktörleri de sorumluluk mekanizması içine çekmektedir. The Guardian

Vicdani ve Stratejik Muhalefet: Tevhîdî Agorist Bir Çözüm Önerisi

Siyonist zulme karşı direnmek bir görevdir — ama bu direnişin yöntemi, meşruiyeti ve hedefi hayati önemdedir. Burada önerdiğim Tevhîdî Agorist yaklaşım, ilkesel olarak şu unsurları içerir:

  1. İnsani Dayanışma Ağı (Decentralized Solidarity): Merkezi yapılar devre dışı kalınca, iman temelli yerel hücreler ve sivil ağlar aracılığıyla insani yardımı organize etmek gerekir. Bu ağlar, ihtiyaç sahiplerine doğrudan yardım ulaştırma kapasitesine sahip olmalıdır — gıda, ilaç, barınma desteği gibi.

  2. Karşı-Ekonomik Dayanışma (Agorist İlkeler): Agorist düşünce, baskıcı ekonomik ve siyasi yapıların alternatifi olarak karşı-ekonomiyi (yani gönüllü, piyasa temelli ve merkezi otoriteden bağımsız alışveriş/destek ağlarını) işaret eder. Tevhîdî Agorizm bu ilkeleri iman, ahlak ve vicdan ile harmanlar: zorlama değil, gönüllü takas, kolektif mülkiyet ve mutual yardım mekanizmalarıyla Filistin halkının hayatta kalma kapasitesini güçlendirmek. Bu yaklaşım, örneğin sivil toplumu güçlendirerek işgal altyapısına bağımlılığı azaltmayı hedefler.

  3. Bilgi Savaşında Hakikatin Yayılması: Küresel dezenformasyon ve propaganda karşısında doğru bilgi yayma faaliyetleri — bağımsız raporların, tanık hesaplarının, belgesel ve saha fotoğraflarının çoğaltılması ve güvenilir kaynaklarla teminat altına alınması — toplumsal vicdanı harekete geçirir. Bu, uluslararası baskı ve yaptırım mekanizmalarının harekete geçirilmesine katkı sağlar.

  4. Hukuki ve Diplomatik Baskı Mekanizmalarının Desteklenmesi: Agorist yaklaşım, yerel ve uluslararası hukuk yollarını devre dışı bırakmaz; tersine destekler. Savunuculuk, kampanyalar ve uluslararası hukuki süreçlerin (UCM, ICJ) takibi, zulmün belgelenmesi ve faillerin hesap vermesi için vazgeçilmezdir. (Bu tercih, kendi çıkarlarımızı destekleyecek bir kamuoyu takibi için gerçekleşmelidir; devletlerin bürokrasi bataklığından ümit bekleyecek değiliz.)

  5. Barış ve Adalet Temelli Uzun Vadeli Projeler: Mülteciler, yeniden yapılanma, eğitim ve ekonomik rehabilitasyon için merkezi olmayan, yerel aktörlerin önderliğinde projeler teşvik edilmeli; bunlar, devletlerin angajmanlarına alternatif olacak şekilde inşa edilmelidir.

  6. Doğrudan Askeri Müdaafa: Devlet organları ile sıcak çatışmalardan çekinilmemeli; İsrail'in terörü tamamiyle yok edilmelidir. Gerek aktif sıcak çatışma, gerekse sabotaj yoluyla, işgale ve yağmaya karşı tüm imkânlarla mücadele verilmeli.

Bu çerçeve, kuramsal düzeyde bir direnç hattıdır: amaç, Filistinlilerin yaşam hakkını koruyacak, dayanışmayı somutlaştıracak ve işgal mekanizmalarını meşruiyetten yoksun bırakacak yollar sunmaktır. 

Neden Bu Metin Sert Olmalı? (Kişisel Duruş)

Benim sertliğim, zalime ve zulme karşıdır. Tarih, hakikati örtmeye çalışanların değil, hakikati haykıranların safında durur. Siyonist politikaların —ister ideolojik arka planla, ister stratejik hesaplarla açıklansın— Filistin halkına fatura ettiği insanlık suçları, suskunluğu ve ikiyüzlülüğü kabul etmemi imkânsız kılar. Bu yüzden sert bir dil kullanıyorum: çünkü sömürgeci mekanizmalarla uzlaşmak vicdana ihanettir.

Sonuç: Hesap Günü Er ya da Geç Gelir

Filistin davası, sadece lokal bir mesele değildir; insanlığın onur sınavıdır. Adalet er veya geç yerini bulacaktır. Bugün yapılması gereken ise güçlü, organize ve ahlaki bir direnç hattı inşa etmektir — Toplum temelli bir dayanışma ile. Tevhîdî Agorist yaklaşım, bu direnç hattının bir bileşenidir: merkeziyetçi ve baskıcı mekanizmalara alternatif; insanı merkeze alan, imanla harmanlanmış dayanışma pratikleri sunar.

Siyonist zulmün karşısında susmayacağım; belgelerle, tanıklıklarla, hukuki girişimlerle ve dayanışma ile direneceğim. Bu metin, o direnişin bir parçasıdır.

4 Eylül 2025 Perşembe

Sağ radikal görüşler içinde boğulan Anadolu...

 Bir Çocuk Hastalığı: Türkçülük

I. BÖLÜM



Türkçülük, yüz yılı aşkın süredir bu coğrafyada kendisini bir ideoloji olarak dayatmaya çalışsa da, gerçekte hep bir “çocuk hastalığı” olarak kalmıştır. İdeolojik derinlikten yoksun, şiddet ve hamasetten beslenen bu anlayış, insanlık düşmanlığı dışında somut bir değer üretememiştir. Son yıllarda ortaya çıkan Ataman Kardeşliği adlı neo-Nazi görünümlü ırkçı grup, Türkçülüğün geldiği sefaletin açık bir göstergesidir. Bu çalışmada, Ataman Kardeşliği örneği üzerinden Türkçülüğün çürük yapısı incelenecek, ideolojik boşluğu ve toplumsal tehditleri tartışılacaktır.

Ataman Kardeşliği’nin Ortaya Çıkışı

Ataman Kardeşliği’nin ilk izleri, 2021’in Aralık ayında İstanbul’da bir Afgan gencine saldıran ve bu görüntüyü sosyal medyada paylaşan kişilerle görülmüştür.1 Bu saldırı, örgütün adını duyuran ilk kamuya açık şiddet olayıdır. Kısa sürede Telegram ve diğer sosyal medya platformlarında Nazi sembolleriyle bezeli propaganda videoları paylaşmaya başlamışlardır.2

İdeolojik Çerçeve: Irkçılığın Çöplüğü

Ataman Kardeşliği’nin ideolojik söylemleri, Alman neo-Nazilerinden kopyalanmış bir çöplüktür. Manifestolarında hedef aldıkları gruplar arasında “Araplar, Kürtler, Afganlar, Pakistanlılar, Yahudiler, Ermeniler, Rumlar, Çerkezler, Arnavutlar” gibi geniş bir yelpaze vardır.3 Kısacası herkese düşmandırlar; çünkü Türkçülük, kendi başına bir anlam üretemez ve ancak “öteki” üzerinden varlık gösterebilir.

Kullandıkları semboller arasında Nazi Almanyası’ndan devşirilmiş “Kara Güneş” motifi ve gamalı haç türevleri dikkat çekmektedir.4 Grubun üyeleri sık sık Nazi selamı vermekte, üniforma benzeri kıyafetlerle şiddet çağrıları yapmaktadır. Bu durum, Türkçülüğün kendi köklerinden değil, dışarıdan ithal edilen faşist artıklardan beslendiğini göstermektedir.

Faaliyetler ve Çöküş

Ataman Kardeşliği’nin faaliyetleri, sosyal medya üzerinden örgütlenme ve göçmenlere yönelik saldırılarla sınırlı kalmıştır. Örneğin Ocak 2022’de Suriyeli mültecilere yönelik sokak saldırılarını kaydedip yayınlamışlardır.5 Ancak bu eylemler, örgütün “güç gösterisi” olmaktan çok bir avuç gencin şiddet fantezisinden ibarettir.

2024’te Eskişehir’de gerçekleşen bir bıçaklı saldırıda, saldırganın çantasında Kara Güneş rozeti ve Nazi sembolleri bulunmuş, bu kişinin Ataman Kardeşliği’yle bağlantılı olabileceği basına yansımıştır.6 Bu olay, örgütün ideolojik bulaşıcılığının ne kadar tehlikeli olabileceğini göstermiştir.

Buna karşın, örgütün sosyal medya kanalları kısa sürede kapatılmış, üyeleri gözaltına alınmış ve grup kendi açıklamalarıyla “faaliyetlerine son verdiğini” ilan etmiştir.7 Yani büyük bir tehdit olarak lanse edilen bu güruh, sonunda birkaç kapatılmış Telegram kanalı ve birkaç ergenin ellerinde Nazi bıçaklarıyla tarihe geçmiştir.

Bir Çocuk Hastalığı Olarak Türkçülük

Lenin, sol içi tartışmalarda “çocukluk hastalığı” ifadesini kullanmıştı. Türkçülük de Anadolu’nun çocukluk hastalığıdır: akıl yerine hamaset, iman yerine ırk, merhamet yerine nefret. Ataman Kardeşliği, Türkçülüğün bu çocukluk hastalığının günümüzdeki en rezil tezahürlerinden biridir.

Bugün örgüt dağılmış görünse de, Türkçülüğün ideolojik sefaletinden doğabilecek yeni çetelerin ortaya çıkması mümkündür. Zira sorun yalnızca bir örgüt değil, baştan aşağıya çürümüş bir ideolojidir. Türkçülük, hakikatin değil, hayaletlerin ideolojisidir. İnsanlığa ve adalete karşı bir sapkınlık olarak kalmaya mahkûmdur.

Ataman Kardeşliği vakası, Türkçülüğün tarihsel olarak neden köksüz ve başarısız bir ideoloji olduğunu göstermektedir. Ne fikrî derinlik, ne toplumsal karşılık, ne de ahlaki zemin üretebilmiştir. Türkçülük, bu toprakların utanç verici bir “çocuk hastalığı” olarak kalacak ve her defasında aynı sonu yaşayacaktır: çürüme ve yok oluş.


Kaynaklar

  1. Haksöz Haber, Irkçı grup Afgan gence saldırdı, 2021. 

  2. Gazete Duvar, Neo-Nazi grup Ataman Kardeşliği mültecileri hedef aldı, 2022. 

  3. T24, Ümit Özdağ’dan İçişleri Bakanı Soylu’ya: Ataman Kardeşliği Klux Klan mı?, 2022. 

  4. EHA, Eskişehir’deki saldırı sonrası Ataman Kardeşliği yeniden gündemde, 2024. 

  5. Yeni Şafak, Ataman Kardeşliği Suriyelilere saldırı videoları yayınladı, 2022. 

  6. Sözcü, Eskişehir’de bıçaklı saldırı: Nazi sembolleri bulundu, 2024. 

  7. Bursa Hakimiyet, Ataman Kardeşliği kapandı, 2022. 

10 Temmuz 2025 Perşembe

Yayınevimizin ilk kitabı...

 Samuel Edward Konkin III

Yeni Liberteryen Manifesto'nun Türkçe Çevirisi

Agorist Manifesto — İlk Kez Türkçede!

KİTAP İÇİN TIKLAYIN

Devletin baskıcı mekanizmalarına karşı özgürlüğün, bireysel iradenin ve gönüllü iş birliğinin çağrısını yapan Agorist Manifesto, artık Türkçede.

Bu kitap, yalnızca bir politik metin değil; aynı zamanda bir eylem rehberi, bir özgürlük yemini, ve içimizde yankılanan adalet arzusunun ideolojik formudur. Samuel Edward Konkin III’ün kaleme aldığı bu manifesto, devlete karşı karşı-ekonominin, zorunlu düzenlere karşı serbest iradenin ve sistemin dışında yaşamanın mümkünlüğünü teorik ve pratik temelleriyle gözler önüne seriyor.

Bu çeviriyi yaparken amacım, yalnızca bir metni Türkçeye aktarmak değil; aynı zamanda yerli direniş damarına yepyeni bir damar eklemekti.
Agorizm, yalnızca Amerika’da doğmuş bir düşünce değil; bugün, burada, bizim topraklarımızda da karşılığını bulabilecek bir yaşama biçimi ve hareket çağrısıdır.

Agora, Anarşi, Aksiyon! diyerek, bu çağrıyı Türkçeye taşıdım.
Şimdi sıra sende.
Oku, yay, uygula.

Muhammed Talha A.


1 Temmuz 2025 Salı

Hiyerarşi hakkında...

 Tevhid ve Hiyerarşi: Kur’ânî Bir Reddiye



Giriş

Bu metin, İslâmî tevhid anlayışının yalnızca metafizik değil, aynı zamanda siyasal ve toplumsal düzeyde nasıl dönüştürücü bir ilke sunduğunu tartışmaktadır. Tevhid, İslâmî düşüncenin merkezinde yer alır ve bu ilke gereği, Allah’tan başka mutlak hiçbir otorite tanınamaz. Bu mutlaklık yalnızca bireysel kulluk ilişkisini değil, toplumsal ilişkilerdeki güç dağılımını da biçimlendirir. Buna göre, “İslam’da hiyerarşi vardır” şeklindeki yaklaşımlar, tevhidin bütüncül yapısını parçalayarak onu sadece metafizik bir ilkeye indirger. Hâlbuki Kur’ân, tevhidi aynı zamanda bir yönetim biçimi, bir toplumsal denge ilkesi ve bir özgürleşme çağrısı olarak sunar.

Tarihsel süreçte İslam toplumlarında ortaya çıkan hiyerarşik yapılar —özellikle Emevî ve Abbâsî siyaset teorilerinde kristalize olan— Kur’ânî değil, tarihsel ve beşerî yorumların bir ürünüdür. Bu çalışmada, bu yorumların hangi bağlamlarda üretildiği, hangi Kur’ânî ilkelerle çeliştiği ve nasıl bir alternatif siyasal-toplumsal yapı önerildiği tartışılacaktır.


1. Tevhid: Kudretin Tekilliği ve Otorite Sınırlarının Ontolojisi

Kur’ân’da geçen:

“Hüküm yalnızca Allah’a aittir.” (Yûsuf, 12/40)

ayeti, yalnızca ahiret bağlamında değil, dünyevî düzenin işleyişi bakımından da temel ilkedir. Bu hüküm, Allah’ın mutlak yasama yetkisini vurgularken, beşerî otoritenin her tür formunun sınırlı, geçici ve denetlenebilir olduğunu ilan eder. Dolayısıyla herhangi bir lider, halife, imam, şeyh ya da devlet yöneticisinin mutlak otorite iddiası tevhid ilkesiyle doğrudan çelişir.

Tevhid yalnızca Allah’ın varlığını kabul etmek değil; O’nun mutlak otoritesini toplumsal düzende de tesis etmeye çalışmaktır. Beşerî hiyerarşiler, bu nedenle tevhidin pratiğe dökülmesinin önündeki en temel engellerdendir.

Bu bağlamda tevhid, sadece teolojik bir tefekkür konusu olmaktan çıkar; aynı zamanda sosyal adaletin, yönetişim ahlakının ve birey-toplum ilişkilerinin temel normu hâline gelir. Kur’ân’ın inşa etmeye çalıştığı toplumsal düzen, bir grup insanın mutlak otoriteyle diğerleri üzerinde tasarrufta bulunmasını değil, herkesin Allah karşısında eşit sorumluluk taşıdığı bir adalet zeminini öngörür.

Bu perspektiften bakıldığında, mü’min bir bireyin hiçbir beşerî otoriteye sorgusuzca itaati mümkün değildir. Çünkü böyle bir itaat, Kur’ân’ın “la tağût” ilkesiyle açıkça reddettiği bir davranıştır. Tağût kavramı —ister siyasal bir despot, ister dinî bir otorite, ister ekonomik bir egemen güç olsun— Allah’ın hükmünün yerine geçmeye çalışan her türlü beşerî düzeni ifade eder. Bu nedenle “Tevhid”, sadece bir inanç ilkesi değil, aynı zamanda anti-tağûtî bir duruştur.

Bu yönüyle tevhid, bireyi zihinsel ve ahlâkî bir özneliğe çağırır. Mü’min, kendisine sunulan otorite yapısını sadece şekli gerekçelerle değil; adalet, meşruiyet ve Kur’ânî ilkelere uygunluk açısından da değerlendirmek zorundadır. Bu yükümlülük, bireyin ahlâkî sorumluluğunu arttırır ama aynı zamanda onu özgürleştirir: Çünkü kulluk, yalnızca Allah’a yöneltilirse, diğer tüm tahakküm biçimleri kırılır.

Bu kırılma, yalnızca bireysel düzeyde değil, kolektif düzeyde de etkili bir devrimsel potansiyele sahiptir. Tevhid ilkesi üzerine kurulu bir topluluk, hiçbir şekilde bir sınıfın, zümrenin veya ruhbanın diğerleri üzerinde kalıcı ve sorgulanamaz bir otorite kurmasına izin veremez. Bu yüzden tevhid, toplum içindeki tüm dikey yapılanmaları yıkarak, yatay bir sorumluluk ve dayanışma modelini mümkün kılar.

Sonuç olarak, “Hüküm yalnızca Allah’a aittir” ilkesi, sadece teolojik değil, aynı zamanda devrimci bir ilkedir. Bu ilkenin yaşamsallaşması, sadece bireysel ibadet değil; aynı zamanda toplumsal bir adalet mücadelesidir. Ve bu mücadele, her mü’minin kendi sorumluluğunu üstlenmesiyle, yani beşerî otoriteler karşısında sorgulayıcı bir bilinç ve adil bir direniş inşa etmesiyle anlam kazanır.

Bu direniş, salt politik bir başkaldırıya indirgenemez; daha derin bir ahlâkî ve epistemik dönüşüm çağrısıdır. Çünkü tevhid, yalnızca dışsal tahakküme değil, aynı zamanda içsel putlara, zihinsel alışkanlıklara ve sorgulanmamış geleneklere de karşı bir mücadeleyi gerektirir. Bu anlamda tevhidî bilinç, her türlü dogmatizme, taassuba ve kutsallaştırılmış otoriteye karşı uyanık olmayı emreder. Mü’min, hem dışsal yapıları hem de kendi iç benliğini Kur’ânî ölçülerle sürekli murakabe etme sorumluluğundadır.

Bu tevhidî murakabe, Müslüman toplumların yeniden inşasında temel ilke olarak benimsenmediği sürece, İslamî kimlikler kolayca despotik yapıların ideolojik araçlarına dönüşebilir. Zira tarihsel tecrübeler göstermektedir ki, tevhid ilkesi yerini mezhepçi, milliyetçi veya tarikatsal tahakküm formlarına bıraktığında; Kur’an’ın öngördüğü adalet, özgürlük ve merhamet ilkeleri de hızla tahrif olmuştur. Dolayısıyla, tevhid yalnızca bireysel bir iman ilkesi değil, aynı zamanda kolektif hafızayı ve toplumsal düzeni sürekli yenileyen bir devrimci bilinçtir.

Bu bağlamda, tevhid eksenli bir toplum tahayyülü, yalnızca devletsiz veya hiyerarşisiz bir yapı öngörmekle yetinmez; aynı zamanda üretim ilişkilerinden bilgi dağılımına, toplumsal cinsiyet rollerinden eğitim sistemine kadar her alanda adalet, özgürlük ve sorumluluk esasına dayalı bir yeniden yapılanmayı zorunlu kılar. Böyle bir yapı, yukarıdan aşağıya dikte edilen kurallar değil, yatay ilişkilerle örülmüş ve rızaya dayalı bir müşterek hayatı hedefler.

O hâlde “Hüküm yalnızca Allah’a aittir” ilkesi, bugünün dünyasında yeniden okunmalı ve yorumlanmalıdır. Bu hüküm, otoritenin kutsallaştırılmasına değil; hakikatin, eleştirinin ve adaletin mutlaklaştırılmasına çağrıdır. Ve bu çağrı, sadece teorik değil; eylemsel bir sorumluluk da yükler. Tevhid, bir hakikat bilgisi olduğu kadar bir eylem ahlâkıdır da.

Son kertede, tevhid yalnızca putlara değil; putlaştırılmış ilişkilere, kurumsallaşmış tahakküme ve din adına üretilmiş beşerî tahditlere karşı da bir özgürleşme manifestosudur. Kur’ân, bu yönüyle, sadece bireyi değil, bütünüyle toplumu Allah’tan başkasına kulluktan azade kılmak için gönderilmiştir. Bu yüzden tevhid, en geniş anlamıyla bir “özgürlük inkılâbı”dır; hem ruhu hem düzeni arındıran, hem geçmişi hem geleceği yeniden anlamlandıran bir davettir.

Ve bu davet, yalnızca bireysel iradenin uyanışıyla sınırlı kalmamalı; aynı zamanda kolektif bir inkılâbın düşünsel, ahlâkî ve yapısal öncüsü olmalıdır. Tevhid, iman edenleri pasif bir sabra ya da edilgen bir tevekküle değil; zulme, tahakküme ve adaletsizliğe karşı aktif bir kıyama çağırır. Zira Kur’ân’ın birçok yerinde vurgulanan kıyam ve şehadet, yalnızca namazla sınırlı bir ayakta duruş değil; hakikatin, adaletin ve özgürlüğün lehine bütün beşerî otoritelere karşı dimdik durma çağrısıdır.

Bu anlamda tevhid, sadece “bir” olan Allah’a iman etmek değil, tüm beşerî tahakküm ilişkilerine karşı sürekli bir mesafe koyma eylemidir. Siyasî otoritelerin mutlaklaşmasına, dinî liderliklerin dogmatikleşmesine, ekonomik gücün kutsallaştırılmasına ve toplumsal rollerin dondurulmasına karşı da bir inkılâptır bu. Çünkü Allah’a kulluk, yalnızca bireysel secdede değil; aynı zamanda toplumsal düzende O’ndan başkasına kulluğu reddetme iradesinde tecelli eder.

İşte bu inkılâbî bilinç, tevhidî agorizmin temelini oluşturur. Agorizm, modern iktidar yapılarının meşruiyetini reddederken, Kur’ânî bir referansla tüm tahakküm biçimlerine karşı alternatif yaşam alanları üretmeyi amaçlar. Bu yaşam alanları, sadece ekonomik veya politik direniş noktaları değildir; aynı zamanda ahlâkî, epistemik ve ontolojik bir özerklik arayışının mekânlarıdır. Tevhidî agorist yaklaşım, cemaatleri merkeze almaz; müşterekleri, yani rızaya dayalı, eşitlikçi ve adalet temelli örgütlenmeleri esas alır.

Kur’ân’da sıklıkla geçen “zulüm” ve “fasad” kavramları da, bu bağlamda yalnızca bireysel günahlar değil, aynı zamanda tahakkümle iç içe geçmiş toplumsal çarpıklıklardır. Zulüm, yalnızca bir cana kıymak değil; bir iradeyi bastırmak, bir toplumu sessizliğe mahkûm etmek, bir toplumsal hakikati gizlemektir. Bu yüzden tevhidî bilinç, yalnızca bireysel arınmaya değil; toplumsal şifaya da yönelir. Bu şifa, ancak tahakküm yapılarının sökülmesiyle, yani hiyerarşinin çözülmesiyle mümkündür.

O halde bu çağrıyı, sadece bir dinî vecibe olarak değil; tarihsel bir sorumluluk, çağdaş bir mücadele ve geleceğe dair bir inşa projesi olarak da kavramak gerekir. Tevhid’in bu çağrısı, Müslüman bireyi salt itaat eden değil; adaletin taşıyıcısı, özgürlüğün savunucusu ve zulme karşı kesintisiz bir direnişin öznesi hâline getirir.

Bu yol, kolay bir yol değildir. Çünkü tevhidî bir duruş, çoğu zaman sistemin dışında kalmayı, merkezî güçlerden uzak durmayı ve hatta yalnızlığı göze almayı gerektirir. Fakat hakikatin yükünü omuzlayanlar, tarih boyunca hep az olmuş; fakat değişimin mayası da bu azınlıklar olmuştur. Kur’ân’daki “azlar galip geldi” (Bakara, 249) ilkesini hatırlamak, bu direnişin psikolojik ve metafizik gücünü diri tutmak açısından önemlidir.

Tevhidî bir toplum, ancak adaletin merkezde olduğu, mülkün paylaşımcı bir ahlâkla yönetildiği, bilginin tekelleşmediği ve iradenin özgürce var olabildiği bir toplumsal zeminde inşa edilebilir. Bu da yalnızca yukarıdan gelen buyruklarla değil; aşağıdan gelen bir iman ve sorumluluk yükselişiyle mümkündür.

Tevhid, en nihayetinde bir “karşı çıkış”tır: zulme, tahakküme, tanrılaştırılmış lidere, kutsanmış devlete, sorgusuz itaate ve sistematik adaletsizliğe karşı. Ama aynı zamanda bir “kuruluş”tur: adaletin, merhametin, özgürlüğün ve sorumluluğun ilahi kudretle temellendiği yeni bir dünyanın inşası.

Bu dünya, yalnızca ütopik bir tahayyül değil; imanla, sabırla ve mücadeleyle mümkün kılınabilecek hakiki bir vaattir. Ve bu vaat, tüm mü’minleri, Allah’tan başkasına kulluk etmeyen bir özgürlük cemiyetinin kurucuları olmaya davet etmektedir.


2. Peygamber ve İtaat: Vahyin Taşıyıcılığı ve Siyasal Model

Nisa 4/59’daki:

“Allah’a itaat edin, Peygambere ve sizden olan ulü’l-emre de…”

ayeti, yüzeysel olarak bakıldığında hiyerarşik bir itaat ilişkisi kuruyor gibi görünse de, devamındaki “…anlaşmazlığa düşerseniz onu Allah ve Resûlü’ne götürün” ifadesi, tüm beşerî otoritelerin Allah ve Resûl ölçütüyle kayıt altına alındığını gösterir. Bu bağlamda, “ulü’l-emr” olarak nitelenen yöneticiler, sadece Kur’an ve Sünnet’e uygunluk derecesiyle geçerlilik kazanabilirler.

Hz. Peygamber’in konumu da bu çerçevede değerlendirildiğinde, o bir “mülk sahibi kral” değil, bir “nebi ve rasul”dür. Kur’an’daki tanımlamalar, onun otoritesini bağlayıcı değil, davet edici, uyarıcı ve yönlendirici nitelikte tanımlar:

“Ey Peygamber! Biz seni bir şahit, bir müjdeleyici, bir uyarıcı ve Allah’a izniyle çağıran bir davetçi olarak gönderdik.” (Ahzab, 45–46)

Bu ayet, Hz. Peygamber’in misyonunu bir hükümran ya da zorlayıcı bir otorite değil; hakikatin tanığı, adaletin davetçisi ve ilahî mesajın taşıyıcısı olarak tanımlar. Kur’an’da Hz. Peygamber’in, insanlar üzerinde zorlayıcı bir tahakküm aracı olması açıkça reddedilir:

“Sen onların üzerinde bir zorba değilsin.” (Gaşiye, 88/22)

Bu ifade, onun risalet görevinin, ikna ve tebliğe dayandığını; insanların vicdanlarına hitap eden bir uyarıcılık olduğunu vurgular. Nitekim Hz. Peygamber’in Medine’deki yönetimi de bu çerçevede istişareye, rızaya ve toplumsal meşruiyete dayalıdır. Hudeybiye Antlaşması, Uhud Savaşı ve birçok içtimâî meselede onun kendi görüşü yerine istişare sonucunda ortaya çıkan toplumsal iradeye uyması, bu anlayışın pratik yansımasıdır.

Hz. Peygamber’in liderliği, karizmatik ya da kurumsal bir tahakküm değil; ilahî mesajın en adaletli ve en ahlâklı biçimde somutlaşmasıdır. Bu anlamda peygambere itaat, onun şahsî iradesine boyun eğmek değil; onun vahyi temsil eden örnekliğine bağlı kalmak anlamına gelir. Bu ayrım, İslam’daki otorite anlayışını kökten değiştirir: Otorite, bir kişinin konumuna değil; hakikate olan yakınlığına göre değerlendirilir. Bu da doğrudan tevhid ilkesiyle örtüşür.

Üstelik Kur’an’da, Hz. Peygamber’in zaman zaman eleştirildiği, uyarıldığı ve kendi içtihadının Allah katında tashih edildiği ayetler bulunur (bkz. Abese 1–10; Tevbe 43; Enfal 67). Bu, onun konumunun mutlak bir otorite değil; vahyin emanetini taşıyan bir beşer olduğunu gösterir. Bu da, peygamber örnekliğinin dahi eleştirilebilir ve sorgulanabilir olduğuna, dolayısıyla diğer tüm beşerî otoritelerin çok daha fazla denetime açık olması gerektiğine işaret eder.

Ayrıca, Kur’an’da geçen “İtaat edin” kalıplarının çoğu zaman “Allah’a ve Peygambere” birlikte yöneltilmesi, Peygamber’in otoritesini kendi başına değil, sadece ilahî iradeyi temsil ettiği ölçüde anlamlı kılar. Peygamber’e itaat, vahyin ahlâkî ve adaletli ilkesine tabi olmayı gerektirir; bu da tüm yöneticiler için bağlayıcı bir örneklik teşkil eder.

Sonuç olarak, Hz. Peygamber’in örnekliği, bir model olarak bireysel ve toplumsal rehberlik içerir; ancak bu, asla dayatma ya da dikey bir iktidar formu değildir. Onun uygulamalarında öne çıkan istişare, rıza, adalet ve şeffaflık ilkeleri, İslam siyaset düşüncesinin temelini oluşturur. Bu temel, hiyerarşik tahakkümlerden uzak, yatay ve katılımcı bir toplumsal örgütlenmenin Kur’anî dayanağını meydana getirir.

Bu yönüyle Tevhidî Agorizm, Hz. Peygamber’in pratik sünnetinden ilham alarak, otoriteyi aşağıdan-yukarıya akan bir emanet ve sorumluluk ilişkisi olarak yeniden tanımlar. Sadece dinî değil, aynı zamanda siyasal ve iktisadî alanlarda da adalet, hesap verilebilirlik ve rıza esaslı bir yapılanmayı meşrulaştırır.

 Bu yeniden tanım, otoriteyi kutsallaştırmak yerine, onu sınırlandırmayı, şeffaflaştırmayı ve toplumun ortak rızasına dayandırmayı esas alır. Bu bağlamda, Tevhidî Agorizm, peygamberî örnekliği sadece tarihsel bir model olarak değil, çağdaş Müslüman toplumlar için siyasal bir ilke ve yönetişim etiği olarak yorumlar. Bu ilkeye göre, hiçbir yönetici, âlim, cemaat lideri veya dinî temsilci mutlak otoriteye sahip değildir; her biri Kur’an ve Sünnet ölçütlerinde denetlenebilir ve gerektiğinde eleştirilebilir konumda olmalıdır.

Ayrıca, Hz. Peygamber’in risaletini üstlendiği toplumda, bireyin iradesi hiçbir zaman yok sayılmamış; aksine bireyin vicdanına, aklına ve ahlâkına sürekli olarak hitap edilmiştir. Bu yaklaşım, modern anlamda katılımcı demokrasilerle değil, ancak onlardan çok daha derin bir adalet ve sorumluluk bilinciyle eşdeğerdir. Zira burada esas olan, çoğunluğun değil, hakikatin belirleyici olmasıdır. Tevhidî yaklaşıma göre, istişare sadece bir yöntem değil; ilahî hikmetin toplumsal düzene aktarılması için zorunlu bir araçtır. Bu, Peygamber’in de içinde olduğu tüm yöneticiler için geçerli bir ilkedir.

Hz. Peygamber’in yönetim biçiminde öne çıkan bir diğer unsur, bireyler arası ilişkilerde eşitlik, topluluklar arası ilişkilerde ise adalettir. Medine Vesikası bu bakımdan çarpıcıdır: Müslümanlar, Yahudiler ve diğer topluluklar arasında yapılan bu anayasal belge, tek merkezli bir otorite değil; çoğulculuğa ve müşterek sorumluluğa dayalı bir siyasal sözleşme niteliğindedir. Bu belge, modern ulus-devlet anlayışından çok daha önce, farklı inanç gruplarının barış içinde bir arada yaşamasını mümkün kılan bir toplumsal zemin oluşturmuştur. Bu model, her ne kadar tarihsel bir bağlamda ortaya çıkmış olsa da, ilkesel düzeyde hâlâ geçerliliğini korumaktadır.

Tevhidî Agorizm, bu modeli günümüz dünyasına taşıyarak, ulusalcı, merkeziyetçi ve bürokratik siyasal sistemler yerine, yerel ve katılımcı yapılara dayalı bir toplum inşa etmeyi hedefler. Bu toplumda otorite, yukarıdan empoze edilen bir güç değil; aşağıdan yükselen bir rıza, meşveret ve adalet bilincidir. Böyle bir yapılanmada, peygamberî örnekliğin merkeze alınması, sadece siyasî değil, aynı zamanda epistemolojik ve ahlâkî bir dönüşüm de doğurur.

Bu dönüşüm, modern çağın tahakküm biçimlerine karşı da güçlü bir eleştiri sunar. Zira çağdaş seküler sistemler, genellikle otoriteyi kutsallıktan arındırmak adına onu bütünüyle teknikleştirir ve görünmez kılar. Tevhidî bakış ise, otoritenin meşruiyetini yalnızca teknik başarıya değil; ahlâkî liyakat, toplumsal rıza ve adalet ölçütlerine dayandırır. Bu da yöneticinin her daim sorgulanabilir, her kararın her birey tarafından değerlendirilebilir olmasını gerektirir. Çünkü gerçek tevhid, yalnızca Allah’ın hükmünü mutlaklaştırırken, diğer tüm hükümranlık iddialarını sınırlayan, sorgulayan ve geçici kılan bir ilkedir.

Sonuç olarak, Hz. Peygamber’in yönetim tarzı, İslam toplumları için yalnızca bir ideal değil, aynı zamanda uygulanabilir bir örneklik sunar. Bu örneklik, ne bir teokrasiye, ne de seküler otoriterizme kapı aralar. Aksine, halkın bilinçli katılımına, adaletin merkezîliğine ve vahyin rehberliğine dayalı özgürlükçü bir toplumsal modeli öne çıkarır. Tevhidî Agorizm, bu örneklik üzerinden sadece devleti değil, bireyi de dönüştürmeyi amaçlar: Birey, artık itaate değil; sorumluluğa, bağımlılığa değil; özgürlüğe, tahakküme değil; adalete yönelir.

Ve işte bu yöneliş, çağın tüm beşerî sistemlerine karşı yükselen bir tevhidî reddiyedir — hem ruhu, hem toplumu, hem de dünyayı Allah’tan başkasına kul olmaktan azade kılmak için.


3. Şûrâ İlkesi: Yetkinliğin ve Rızanın Esası

Şûrâ, Kur’an’da yalnızca önerilen bir yöntem değil; toplumsal meşruiyetin ilahî teminatıdır:

“Onların işleri aralarında şûrâ iledir.” (Şûrâ, 42/38)

Bu ayet, toplumsal kararların yukarıdan aşağıya değil, yatay bir şekilde —katılımla, danışmayla, karşılıklı rızayla— alınması gerektiğini ifade eder. Hz. Peygamber’in Uhud Savaşı örneğindeki tutumu, bu ilkenin fiilî uygulamasıdır: kendi görüşü aksine genç sahabenin görüşüne uyması, hiyerarşiden kaçınarak kolektif sorumluluğu öncelediğini gösterir.

Bu anlayış, modern temsilî demokrasilerden farklı olarak, bireysel oy hakkından ziyade doğrudan ve sürekli müzakerelere dayanan bir katılım biçimini ima eder.

Bu katılım biçimi, sadece seçme ve seçilme hakkıyla sınırlı kalmaz; toplumun her ferdini karar alma süreçlerinin asli bir öznesi olarak kabul eder. Şûrâ, böylece toplumsal hayatta pasif bir rızayı değil, aktif bir inşayı esas alır. Kur’ân’ın bu ilkeye atfettiği merkezî önem, yönetsel işlerin yalnızca belirli seçkin sınıflar ya da ruhbanlar eliyle değil, doğrudan halkın müşterek aklıyla yürütülmesini zorunlu kılar.

Hz. Peygamber’in uygulamalarında bu anlayış, yalnızca askerî ya da siyasî kararlarla sınırlı kalmamış; ekonomik ve içtimaî meselelerde de belirleyici olmuştur. Medine toplumunda kadınların, gençlerin, azatlı kölelerin ve farklı inanç mensuplarının da görüşlerinin dikkate alınması; şûrânın yalnızca biçimsel bir danışma değil, hakiki bir temsil ve adalet mekanizması olduğunu gösterir.

Bu noktada, şûrâ ilkesinin özünü oluşturan iki kavram öne çıkar: yetkinlik (ehliyet) ve rıza. Bir kişinin yönetsel kararlara katılması, onun sosyal statüsünden ziyade katkı sunma ehliyetine ve sorumluluk bilincine bağlıdır. Aynı şekilde, alınan kararın meşruiyeti, yalnızca yasaya değil, rızaya ve adalete dayanır. Zira rıza olmadan meşruiyet, meşruiyet olmadan da adalet mümkün değildir.

Bu yönüyle şûrâ, sadece bir yönetişim tekniği değil; aynı zamanda bir ahlâkî tutumdur. Bireyin ve toplumun, yalnızca “neyin yapılacağına” değil, “nasıl yapılacağına” da müdahil olduğu; kararların, süreçlerin ve sonuçların birlikte şekillendirildiği bir ilişki biçimidir. Tevhidî bir toplumda bu ilişki, mutlak itaate değil; bilinçli katılıma, kör bağlılığa değil; ahlâkî sorumluluğa dayanır.

Tevhidî Agorizm, şûrâ ilkesini yalnızca siyasal yönetimin değil, aynı zamanda ekonomi, eğitim, bilgi üretimi ve sosyal yardımlaşma gibi tüm alanların temel yapıcı ilkesi olarak kabul eder. Bu bağlamda karar alma süreçleri; merkezi bürokrasiler veya teknokratik elitler tarafından değil, yerel meclisler, üretim birlikleri ve cemaatler eliyle yürütülür. Her birey, hem kararın sorumluluğunu taşır, hem de sonuçlarını gözeten bir denetim mekanizmasının parçasıdır.

Böylece şûrâ, yalnızca adaletin bir aracı değil; aynı zamanda özgürlüğün ve toplumsal barışın da teminatı hâline gelir. Katılımın yaygınlaştığı, sorumluluğun yataylaştığı bir düzende, tahakküm yapıları çözülür, zorbalık mekanizmaları etkisizleşir ve toplum kendi kaderini, Kur’ân’ın gösterdiği istikamette özgürce belirleme kudretine kavuşur.

Bu doğrultuda, şûrâ ilkesinin tarihsel örnekliği kadar, çağdaş yeniden yorumu da zorunludur. Günümüzün baskıcı otoritelerine, yozlaşmış temsilî sistemlerine ve elitist karar alma mekanizmalarına karşı, Kur’ânî şûrâ ilkesi; hem eleştirel hem de kurucu bir alternatif olarak yükselmektedir. Ve bu ilke, yalnızca geçmişin bir mirası değil; geleceğin özgür, adil ve eşitlikçi toplumlarının temelidir.

Bu bağlamda, şûrâ ilkesi, yalnızca İslam toplumları için değil, tüm insanlık için evrensel bir yönetişim paradigması sunar. Zira bu ilke, insanın yaratılıştan sahip olduğu akıl, irade ve sorumluluk kapasitelerini esas alarak; herhangi bir yönetim yapısının, bireyin onayı ve katkısı olmadan meşru olamayacağını ilan eder. Bu durum, özellikle modern çağda ortaya çıkan bürokratik tahakküm biçimlerine ve kimliksizleştirici yönetişim tekniklerine karşı güçlü bir itirazdır.

Şûrâ, halkın yalnızca temsilciler yoluyla değil, doğrudan ve sürekli biçimde karar süreçlerine katılmasını mümkün kılar. Bu sebeple Tevhîdî Agorizm’in öngördüğü toplumsal modelde, temsilî demokrasi değil; doğrudan müzakerelere, ortak akla ve kolektif sorumluluğa dayalı yatay meclisler esastır. Bu meclisler, sadece yasa koymaz; aynı zamanda yasa yapım sürecini ahlâkî bir denetime de tâbi tutar. Bu, şûrânın yalnızca siyasi değil; aynı zamanda epistemolojik ve etik bir rejim olduğu anlamına gelir.

Kur’ân’da geçen şûrâ ilkesi, aynı zamanda karar alma süreçlerinde güç dengesizliğini önlemeyi, bilgi tekelini kırmayı ve kamusal aklın serbest dolaşımını sağlamayı amaçlar. Böylelikle bilgiye, kararlara ve yönetime erişim bir sınıfa, cemaate ya da sermaye grubuna değil; tüm mü’minlere açık olur. Bu şeffaflık ve eşitlik ortamı, hem istişarenin kalitesini artırır, hem de adalet duygusunu güçlendirir.

Bu noktada şûrâ, sadece bir araç değil; doğrudan bir amaç hâline gelir. Çünkü yönetişimin meşruluğu, sonuçların doğruluğundan çok, sürecin adilliğine bağlıdır. Hz. Peygamber’in uygulamaları da bunu göstermiştir: Uhud Savaşı gibi stratejik karar anlarında, sonuçlar ne kadar zorlu olursa olsun, süreçteki şûrâ esas alındığı sürece ilahî rızaya aykırılık söz konusu olmamıştır.

Günümüzde bu ilkelerin pratiğe aktarımı, farklı mahalle meclisleri, cemaat içi karar grupları, kooperatif yapılar ve müşterek üretim alanları üzerinden mümkündür. Şûrâ ilkesine dayalı bu yapılar, sadece yönetim değil; aynı zamanda üretim ve tüketim ilişkilerini de adalet ekseninde yeniden inşa eder. Böylelikle toplumsal hayatın bütün alanlarında dikey değil, yatay bağlar kurulur; rekabet değil, dayanışma esas hâline gelir.

Şûrâ'nın bu çok katmanlı yapısı, onun sadece bir İslamî referans değil, aynı zamanda devrimsel bir yönetişim modeli olduğunu gösterir. Bu model, gücü merkezîleştiren değil; dağıtan, yetkiyi yığan değil; paylaşan, bireyi edilgen değil; etkin kılan bir yapıdır. Ve bu yapı, Kur’ân’ın öngördüğü adaletin, özgürlüğün ve hakkaniyetin yaşamsal karşılığıdır.

Son kertede, şûrâ ilkesi, Tevhîdî bir toplumun yalnızca idari değil, aynı zamanda ahlâkî ve varoluşsal temelidir. Bu ilke, beşerî otoritenin sınırlılığını, bireysel sorumluluğun merkezîliğini ve kolektif aklın üstünlüğünü ilan eder. Böyle bir toplumda, kimse “yetkili” olduğu için hükmetmez; herkes, “sorumlu” olduğu için birlikte karar alır. Ve işte bu yapı, Kur’ân’ın vadettiği huzur, adalet ve özgürlüğün inşasında şûrânın yerini vazgeçilmez kılar.

Bu bağlamda, şûrâ ilkesi yalnızca yönetimsel bir araç değil, aynı zamanda bir medeniyet inşa ilkesidir. Zira şûrâ, insanın yaratılıştan gelen akıl ve vicdan yetkinliğini merkeze alarak, onun sadece yönetime değil, bilgiye, üretime ve değer inşasına da katılımını mümkün kılar. Tevhîdî düşüncenin bu temel taşı, kulluğun yalnızca Allah’a ait olduğu bir sistemde, hiç kimsenin “ilahî” yetkiyle hareket edemeyeceğini, dolayısıyla herkesin hesap verebilir olduğunu açıkça ortaya koyar.

Şûrâ, bu haliyle aynı zamanda disiplinli bir özgürlük anlayışını temsil eder. Yani keyfîliğin değil, ortak akla dayalı sorumluluğun ve ilahî hudutlara riayetle şekillenmiş hürriyetin adıdır. Böyle bir sistemde, bireyin hakları cemiyetin ortak yararıyla dengelenir; ancak bu denge, yukarıdan aşağıya bir tahakkümle değil, yatay istişare ve rızayla kurulur. Bu da Tevhîdî Agorizm’in “zorlayıcı olmadan düzenli, denetleyici olmadan ahlaklı” bir toplum hedefini ete kemiğe büründürür.

Ayrıca şûrâ ilkesi, yalnızca istişare edilenlerin değil, dinlenenlerin de toplumun asli unsuru olduğunu kabul eder. Kadınlar, gençler, yoksullar, azınlıklar ve marjinaller; şûrâ zemininde yalnızca temsil edilmekle kalmaz, aynı zamanda toplumsal hakikatin şekillenmesinde söz sahibi olurlar. Bu yönüyle şûrâ, sadece bir idare biçimi değil; bir hakikat üretim usûlü, bir kolektif bilinç tarzıdır.

Şûrânın yokluğunda ortaya çıkan çarpık yapıların ise neye dönüştüğü tarih boyunca açıkça görülmüştür. İstibdat, biat kültürü, kast sistemleri, ruhban hiyerarşisi, etnik asabiyetler ve teknokratik sınıflar; hepsi şûrâ ilkesinin terk edildiği yerlerde filizlenmiş, İslam’ın özündeki adalet ve merhamet ilkelerini boğmuştur. Bu nedenle şûrâ ilkesinin yeniden ihyası, yalnızca ideal bir hedef değil; aynı zamanda tarihsel bir sorumluluktur.

Bu sorumluluğu yüklenen bir toplum, yalnızca kendi iç düzenini adalet üzere kurmakla kalmaz; aynı zamanda zulümle inşa edilmiş küresel sistemlere de alternatif sunar. Çünkü şûrâ, kapitalist piyasa anarşisinin, otoriter devlet aygıtlarının ve elitist bilgi tekellerinin karşısında; kolektif aklın, adaletli üretimin ve rızaya dayalı düzenin savunusudur. Bu bağlamda şûrâ, yalnızca İslamî bir değer değil, insanlığın ortak kurtuluş reçetesi hâline gelir.

Özetle; şûrâ ilkesi, Tevhîdî bir toplumun ontolojik, epistemolojik ve siyasal temelidir. Şûrâsız bir toplumda ya diktatörlük vardır ya da kaotik parçalanma. Oysa şûrâ, özgürlük ile birlik, birey ile cemiyet, sorumluluk ile hakikat arasında Kur’ânî bir denge kurar. Ve bu denge, yalnızca ilke bazında değil, eylem planında da yaşamsallaştırıldığında; yeryüzünde Allah’ın murad ettiği adalet, rahmet ve huzur tesis olunabilir.

Dolayısıyla şûrâ, yalnızca bir yönetişim modeli değil; bir ibadet biçimi, bir iman pratiği, bir özgürleşme aracıdır. Tevhîdî Agorizm, bu kutsal ilkenin bütün toplumsal alanlara yayılmasını, bir siyasal hedef değil; bir tevhid mükellefiyeti olarak kabul eder. Ve her mü’min, bu şûrâ çağrısını yalnızca duymakla kalmamalı; onu kendi hayatında, mahallesinde, cemiyetinde ve ümmet ölçeğinde kurucu bir görev olarak üstlenmelidir.


4. Hilafet Kurumu: Siyasal Bir Modelin Dönüşümü

Kur’ân’da “halife” terimi bireylere ya da soy zincirlerine değil, insana genel bir sorumluluk tanımı olarak kullanılır (Bakara, 2/30). Hz. Ebû Bekir’in halifeliği bu bağlamda, vahyî bir görevlendirme değil, toplumun istişaresi sonucu ortaya çıkan pratik bir çözümdür. Bu durum, yöneticilerin atama değil rızaya dayalı olması gerektiğini teyit eder.

Ancak daha sonra Emevî ve Abbâsî yönetimleri, bu kurumu kalıtsal monarşiye dönüştürmüş; bu da tevhid ile çelişen bir kutsal otorite mitolojisi üretmiştir. Kur’ânî bir ilke olmayan bu gelişme, siyasetin dinî meşruiyetle manipüle edilmesinin ilk örneklerinden biridir.

Hilafetin bu tarihsel evrimi, yönetişimin temelinde yer alması gereken şûrâ ve rıza ilkelerinin zamanla terk edilerek yerine otoriter ve soy temelli bir iktidar yapısının inşa edildiğini gösterir. Oysa ki Hz. Ebû Bekir’in kendisi dahi, göreve gelişini meşrulaştırmak için “Ben en iyiniz değilim; ancak bana yardımcı olun” diyerek mutlak otorite iddiasını reddetmiştir. Bu yaklaşım, Kur’ân’ın emrettiği gibi yönetimin ilahî bir ayrıcalık değil, halkla yapılan bir emânet ve mesuliyet akdi olduğunu ortaya koyar.

Emevîlerle başlayan ve Abbâsîlerle kurumsallaşan bu hilafet modeli ise halkın rızasına değil; güç, soy ve zorbalık esasına dayanmıştır. “Zorla biat” uygulamaları, siyasi muhalefetin şiddetle bastırılması ve meşruiyetin soyla temellendirilmesi gibi uygulamalar, hilafetin artık Kur’ânî bir model olmaktan çıkıp, dünyevî tahakküm araçlarına dönüştüğünü açıkça gösterir. Bu süreçte, hilafet yalnızca bir yönetim biçimi değil; aynı zamanda dinsel meşruiyet üzerinden hükmetmenin ideolojik aygıtı hâline gelmiştir.

Bu durumun en belirgin sonucu, yöneticilerin “Allah adına hükmettiği” iddiasının doğmasıdır. Oysa bu, “Hüküm yalnızca Allah’a aittir” (Yûsuf, 12/40) ilkesine açık bir aykırılık teşkil eder. Tevhid, yalnızca bireyin değil, toplumun da Allah’tan başkasına boyun eğmemesini şart koşar. Dolayısıyla halifelerin ilahî vekil gibi sunulması, toplumsal kulluğun beşerî otoritelere devredilmesi anlamına gelir ki bu, tevhid inancının özüne yapılan en büyük tahriflerden biridir.

Hilafet kurumunun bu şekilde mutlaklaştırılması, zamanla Müslüman toplumlarda sorgulanamaz liderlik, ruhban tipi ulema sınıfı ve kutsallaştırılmış devlet anlayışının da önünü açmıştır. Siyasal iktidar, artık ümmetin maslahatını gözeten bir hizmetten ziyade; Allah adına yönetme iddiasıyla meşrulaştırılmış bir tağûtî yapıya dönüşmüştür.

Bu sebeple Tevhîdî Agorizm, hilafeti dinî bir emir olarak değil; tarihsel ve siyasal bir model olarak değerlendirir. Bu modelin başlangıçta istişareye dayalı olması, onun Kur’ân’a daha yakın olduğunu gösterse de; zamanla geçirdiği dönüşüm, tevhid ilkesine bütünüyle aykırı bir hiyerarşik tahakküm yapısına evrilmiştir.

Dolayısıyla bugün hilafetin yeniden ihyası çağrıları, tarihsel gerçeklikten ziyade nostaljik ve romantik bir idealizme dayanmaktadır. Esas olan, Kur’ân’ın öngördüğü şûrâ, adalet ve rıza temelli toplumsal sözleşmeyi yeniden inşa etmektir. Halifelik adı altında mutlak bir merkeziyetçiliğin ya da teokratik vesayetin yeniden üretilmesi değil; her bireyin eşit söz hakkına sahip olduğu, kolektif akla dayanan bir toplumsal düzenin kurulmasıdır.

Bu anlayış, hilafet kurumunu reddetmek değil; onu tevhid ilkesi ekseninde yeniden sorgulamak anlamına gelir. Çünkü İslam’da kutsallık yalnızca Allah’a aittir; hiçbir makam, soy ya da unvan, mutlak itaat talep edemez. Bu sebeple, Tevhîdî bir toplumda hilafet değil, müşterek akıl ve sorumluluğa dayalı yatay yapılar meşrudur. Ve bu yapıların temeli, Kur’ân’ın gösterdiği üzere, yalnızca şûrâ, adalet ve rızadır.

Bu çerçevede, hilafetin yeniden yorumlanması, tarihsel formların tekrarı değil; Kur’ânî ilkelerle uyumlu, yeni bir toplumsal örgütlenmenin inşası anlamına gelir. Çünkü İslam’ın vadettiği adalet ve özgürlük, mutlak bir liderliğin etrafında şekillenen tek merkezli yapılarla değil; şûrâya dayalı, çoğulcu ve sorumluluk esaslı modellerle mümkündür. Tevhîdî Agorizm’in hilafet meselesine yaklaşımı da tam olarak bu noktada devrimcidir: tarihsel biçimleri kutsamak değil, onları ilkelere göre yeniden değerlendirmektir.

Bununla birlikte, hilafetin mutlaklaştırılması sadece siyasal sonuçlar doğurmamış; aynı zamanda Müslüman toplumların bilgi üretim biçimlerini de etkilemiştir. Hilafetin kutsal kabul edildiği bir ortamda, ona itaat bir iman meselesine dönüştüğü için, eleştirel düşünce, içtihat ve muhalefet ya bastırılmış ya da marjinalize edilmiştir. Bu durum, ilmin yerini resmî dogmaya, ictihadın yerini taklide, özgür düşüncenin yerini ise biat kültürüne bırakmasına yol açmıştır.

Bu yüzden Tevhîdî Agorizm’in hilafet eleştirisi, yalnızca siyasi değildir; aynı zamanda epistemolojik ve kültüreldir. Hakikatin tekel altına alınmasına, yorumun resmîleştirilmesine ve bilginin tahakküm aracına dönüşmesine karşı durur. Gerçek bir İslami dirilişin, yalnızca yönetim biçimini değil; bilgi üretimini, dini yorumlama biçimlerini ve toplumsal örgütlenmeyi de kökten sorgulaması gerekir.

Aksi hâlde, “hilafet” adı altında kurulacak her yeni yapı; tarihî hataları yeniden üretmekten, otoriteyi kutsamaktan ve özgürlük alanlarını daraltmaktan öteye geçemez. Oysa Kur’ân’ın sunduğu ufuk, belirli bir modelin kalıplaştırılması değil; temel ilkeler üzerinden sürekli bir toplumsal yenilenmeyi esas alır. Bu ilkeler ise açıktır: Tevhid, adalet, şûrâ, emaneti ehline verme, ve zorbalığa karşı sorumluluk bilinci.

Sonuç olarak, hilafet üzerine yapılan her tartışma, aslında otoriteyle olan ilişkimizi yeniden gözden geçirme imkânıdır. Bu bağlamda Tevhîdî Agorizm, hilafeti bir otorite simgesi olarak değil, geçmişteki bir toplumsal denemenin olumlu-olumsuz tecrübeleri üzerinden ders çıkarılması gereken tarihsel bir vaka olarak değerlendirir. Esas olan, Kur’ân merkezli bir adalet ve özgürlük düzeninin inşasıdır — bunun adı ister hilafet, ister meşveret meclisi, isterse müşterekler şûrâsı olsun, önemli olan içeriktir; biçim değil.

Ve bu içerik, Allah’tan başka kimseye mutlak itaat etmeyen, tahakkümü değil dayanışmayı, biatı değil istişareyi, kutsanmış liderliği değil, kolektif aklı esas alan bir toplumdur. Kur’ân’ın öngördüğü model budur — ve bu modelin çağdaş karşılığı, şûrânın, karşı-ekonominin, özgürlük temelli müşterek hayatın inşasında aranmalıdır. Tevhîdî Agorizm’in inşa çabası da tam olarak bu yolda, geçmişin zincirlerini kırarak, ilahi ilkelerle geleceğe yürüyen bir toplum tahayyülüdür.


5. Değer ve Üstünlük: Takvânın Kamusal Anlamı

Kur’ân’ın insanlık tanımı, farklılıkların ontolojik değil, toplumsal bir tanışıklık vesilesi olduğunu söyler:

“Sizi halklar ve kabileler hâlinde yarattık ki tanışasınız.” (Hucurât, 49/13)

Ardından gelen ayet:

“Allah katında en üstün olanınız, en takvâlı olanınızdır.”

buradaki üstünlük, ölçülebilir veya kamusal olarak tespit edilebilir bir üstünlük değil, yalnızca Allah tarafından bilinebilecek bir niteliktir. Bu nedenle toplumsal roller, unvanlar, doğuştan gelen statüler mutlak bir otoriteye dönüşemez.

Toplumda ilmî, ahlâkî ya da yönetsel roller oynayan kimselerin konumu, bir sorumluluk ve hesap verme konumu olarak değerlendirilmelidir. Hiçbir birey, kendi takvâsını toplumsal tahakküm aracına dönüştüremez.

Bu noktada takvâ, bireyin iç dünyasına ait bir hal olmaktan çıkarak, toplumsal yapının adaletle işlemesini sağlayan bir ilkeler dizisine dönüşür. Tevhîdî bir toplumda üstünlük iddiası, doğrudan sorgulanması gereken bir haksızlıktır. Zira üstünlük, görünüşteki başarı, zenginlik, soy ya da dini unvanla ölçülemez. Bu tür üstünlük formları, çoğu zaman toplumda ayrıcalıklar üretir ve adaleti zedeler.

Kur’ân’ın sunduğu takvâ temelli eşitlik anlayışı, hiyerarşiye değil sorumluluğa dayanır. Bu anlayışta öne çıkan her birey, sahip olduğu bilgi, yetenek veya konum sebebiyle değil; adaletli oluşu, sorumluluk bilinci ve topluma karşı duyduğu tevazuu ile kıymetlidir. Gerçek bir takvâ sahibi, kendisini toplumun üzerine çıkarmaz; aksine daha fazla hizmetle, daha fazla hesap verme isteğiyle yaşar.

Bu bağlamda Tevhîdî Agorizm, toplumsal ilişkilerde takvâyı; otoritenin meşruiyet kaynağı olarak değil, sınırlayıcı ve denetleyici bir etik ilke olarak konumlandırır. Hiç kimse “ben daha takvâlıyım” diyerek yönetme hakkı elde edemez. Zira takvâ, kamusal bir üstünlük gerekçesi değil; bireyin Allah ile olan ilişkisine ait mahrem ve görünmez bir boyuttur. Ve bu boyut, beşerî ölçülerle değerlendirilip politik bir ayrıcalığa çevrilemez.

Bu anlayışla inşa edilen bir toplumda, görevler liyakatle verilir; ama bu liyakat, dünyevî kazanımların değil, emaneti ehline verme ve sorumluluğu adaletle taşıma ilkesine dayanır. Her görev, bir nimet değil, bir imtihan olarak görülür. Bu yüzden Tevhîdî bir toplumda öne çıkan kişi, alkışla değil; murakabe ile, övgüyle değil; denetimle karşılanır.

Kur’ân’ın ifadesiyle “en üstün olan en takvâlı olandır” ilkesi, aynı zamanda toplumsal eşitliği ilahî temele bağlayan devrimci bir beyandır. Bu ilkeye göre toplumda hiç kimse doğuştan gelen bir ayrıcalıkla hareket edemez. Irk, soy, servet, cinsiyet ya da makam üstünlük sebebi değil; adalet, merhamet ve sorumluluk ölçüsüdür.

Bu nedenle Tevhîdî Agorizm’in inşa ettiği toplumsal modelde, liderlik veya rehberlik makamları; halk tarafından belirlenen, şûrâya tabi olan ve her zaman geri çağrılabilir nitelikte geçici sorumluluklardır. Bu makamlarda bulunan kişilerin tek meşruiyeti, toplumsal rızadır; kendilerini “takvâ sahibi” ilan ederek değil, tevazu içinde halkla birlikte yaşayarak bu meşruiyeti koruyabilirler.

Sonuç olarak, Kur’ân’da takvâ temelinde kurulan değer anlayışı, toplumda tahakkümü değil, eşitliği; ayrıcalığı değil, sorumluluğu; hükmetmeyi değil, hizmet etmeyi öne çıkarır. Bu anlayış, sadece İslamî değil, evrensel bir adalet vizyonudur. Ve bu vizyon, ancak takvânın bireylerin iç dünyasında kalmayıp, sosyal ilişkilerde zulmü ve kibri önleyen bir bilinç hâline gelmesiyle hayata geçebilir. Tevhîdî Agorizm de bu adalet bilincinin, bütün hiyerarşileri kıran bir yaşam ahlâkına dönüşmesini hedefler.


Sonuç: Tevhidî Düzende Otoritenin Reddi

Tevhid, sadece bir inanç ilkesi değil, aynı zamanda toplumsal adaletin ve özgürlüğün teminatı olan bir siyasal doktrindir. Tevhîdî Agorizm, bu ilkeyi merkeze alarak, yukarıdan dayatılan hiyerarşik yapılar yerine yatay, katılımcı, rızaya dayalı ve şûrâ esaslı bir toplumsal örgütlenmeyi önerir. Devletin merkezî otoritesi ya da dinî kurumların tahakkümü, bu ilkelerle çelişir.

Dolayısıyla, İslâmî tevhid anlayışı ile modern ya da tarihsel hiyerarşik yapılar arasında uzlaşmaz bir gerilim vardır. Gerçek özgürlük, yalnızca Allah’a kullukta, yani beşerî otoritelere karşı özgürleşmede mümkündür.

Bu özgürlük çağrısı, Kur’ân’ın ilk muhataplarından günümüz mü’minlerine kadar uzanan kesintisiz bir inkılâbî mirastır.


24 Haziran 2025 Salı

Adem-i merkeziyetçilik hakkında...

 

Bir Müslüman Neden Tevhîdî Agorist Olmalıdır? Anarko İslam'ın Külliyatı


Giriş

İslam, yalnızca bireysel ibadetlerden ibaret değildir. Aynı zamanda adaletin, özgürlüğün, yardımlaşmanın ve sömürüye karşı direnişin temelini oluşturur. Bugün modern kapitalist düzen, zulüm, faiz, tekelcilik ve merkezi otoriteyle hayatlarımızı kuşatmışken; bir Müslümanın bu düzene karşı duruşu da yalnızca itirazla sınırlı kalmamalı, pratik bir alternatif sunmalıdır. İşte bu noktada Tevhîdî Agorizm, Kur’an’ın ruhuna uygun bir yaşam ve mücadele biçimi olarak karşımıza çıkar.


1. Tevhîd: Sadece Allah'a Boyun Eğmek

Tevhîd, İslam’ın kalbidir. Tevhîd, sadece ibadetlerde değil; otorite, iktisat ve sosyal ilişkilerde de yalnızca Allah’ı meşru kaynak kabul etmektir.

"Hüküm yalnız Allah’ındır."
(Yusuf, 12/40)

Bu ayet, otoriteyi Allah’a has kılar. Modern devlette ise yasa koyucu otorite devlettir. Bu nedenle bir Müslümanın devlete mutlak bağlılığı, pratikte Allah’a şirk koşmak anlamına gelir. Tevhîdî Agorizm, devleti reddederek yalnızca Allah’ın hükmünü kabul eden bir yaşam formudur.

Bu ayet, yalnızca bireysel inanç düzeyinde değil, aynı zamanda toplumsal düzenin nasıl kurulması gerektiği konusunda da yönlendiricidir. Çünkü bir toplumda kanun koyma yetkisi kimdeyse, o toplumda ilahlık iddiası ona verilmiş demektir. Bu yüzden Kur’an, hem bireyin hem toplumun “yalnız Allah’a kulluk” ilkesine göre inşa edilmesini ister.

Modern ulus-devlet sistemi, yasaları meclisler, mahkemeler ve anayasa mahfilleri aracılığıyla belirler. Bu yapılar çoğunlukla sekülerdir ve hükmünü beşeri akla, milli iradeye ya da ideolojik mutabakatlara dayandırır. Oysa bir Müslüman için mutlak bağlanılması gereken tek kaynak vahiydir. Yasaların meşruluğu, kaynağını Allah’tan almadıkça İslâmî açıdan geçersizdir.

Bu noktada bir tercih zorunluluğu ortaya çıkar: ya Allah’ın hükmü ya da beşerî otoritenin hükümleri. Tevhîdî bir Müslüman için bu tercih açıktır. Çünkü Kur’an, yalnızca Allah’ın hükmüne başvurmayı bir iman göstergesi sayar:

"Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem kılmadıkça, sonra da verdiğin hükümden içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen teslim olmadıkça, iman etmiş olmazlar."
(Nisâ, 4/65)

Bu ayet, hakemlik yani yargı hakkının sadece Allah’ın elçisine (ve dolayısıyla vahye) ait olduğunu beyan eder. O hâlde bir Müslümanın laik hukuk sistemine kayıtsız şartsız itaat etmesi, Tevhîd’e aykırı bir bağlılıktır.

Tevhîdî Agorizm, bu teslimiyetsizliği reddeder. Devletin meşruluğunu tanımayan, onu Allah’ın hükmünün karşısında tâğuti bir yapı olarak gören bir duruşu ifade eder. Sadece ibadet alanında değil; alışverişte, mahkemede, mülkiyette ve toplumsal sözleşmede de Allah’tan başkasını hakem tanımaz.

Bu nedenle Tevhîdî Agorizm, bir siyasi görüşten ibaret değildir; bu, Tevhîd’in hayattaki mutlak uygulanışıdır. Bir Müslüman, Allah’tan başkasına kulluk etmeyeceğine söz verdiyse, bu sözü yalnızca secdede değil, çarşıda, pazarda, mahkemede ve komşuluk ilişkilerinde de yerine getirmekle mükelleftir.


2. Zulme Karşı Direniş: Tâğuta İsyan

Kur’an, mü’minleri zalim düzene karşı pasif olmamaya çağırır. Tâğut; Allah’ın dışında hüküm veren, zulmeden her otoritedir.

"Tâğutu inkâr edip Allah’a iman eden kimse, kopmayan sağlam bir kulpa tutunmuştur."
(Bakara, 2/256)

Tevhîdî Agorizm, tâğuti düzenin (faiz sistemi, vergi zorbalığı, devlet tekelciliği) dışında alternatif bir ekonomi ve toplum kurmayı hedefler. Bu, Kur’an’ın tâğutu reddetme çağrısının somut bir pratiğidir.

Tâğut, sadece putlara tapınma ile sınırlı bir kavram değildir. Kur’ân’da tâğut, Allah’ın hükmünü tanımayan, zulmeden ve insanları Allah’tan uzaklaştıran her türlü otorite, sistem ve liderlik biçimi için kullanılır. Modern anlamda bu; zorla vergi toplayan, halkı faiz ve borç ekonomisine mecbur bırakan, mallara el koyan, kimin neyi üretip satabileceğine karar veren ve bireyin özgürlüğünü gasp eden her tür merkezi otoriteyi kapsar. Bu sistem ister bir krallık, ister bir cumhuriyet, isterse sözde demokratik bir devlet biçiminde olsun, eğer Allah’ın hükümlerine göre yönetilmiyorsa tâğutîdir.

Kur’ân, mü’minin yalnızca Allah’a inanmasını yeterli görmez; aynı zamanda tâğutu açıkça reddetmesini emreder. Çünkü bir düzenin hem Allah’a hem tâğuta hizmet etmesi mümkün değildir. Allah’ın hükmü ile tâğutun hükmü arasında uzlaştırma yapılmaz. Tâğutun inkârı, pasif bir uzak duruş değil; aktif bir yüz çevirmeyi ve reddedişi ifade eder. Bu sebeple, “tâğutu inkâr” eden kişi, aslında sadece bâtıla değil, onun tüm pratik kurumlarına (zorlayıcı yasa, tekeller, devlet tekelleri, faiz kurumları, bürokrasi vs.) karşı bir hayat tarzı geliştirmek zorundadır.

Tevhîdî Agorizm, bu inkârı yalnızca sözde bırakmaz; onun yerine pratiğe dayalı alternatif bir yaşam biçimi önerir. Devletin ve tekellerin kontrolündeki piyasalara katılmak yerine, bireyler arasında doğrudan, rızaya dayalı, aracı ve vergi kurumlarını dışlayan mübadele ağları kurmayı hedefler. Bu ağlar sadece bir ticaret biçimi değil; aynı zamanda bir itaatsizlik biçimidir. Yani Tevhîdî Agorist, yalnızca "devlet yanlış yapıyor" demez; devlete rağmen ve devlete rağmen ayakta kalan bir toplumsal alternatif inşa eder.

Çünkü Kur’ân, zulme rıza göstermeyi, bizzat zulmün bir parçası olarak tanımlar:

“Zulmedenlere meyletmeyin; yoksa size de ateş dokunur.”
(Hud, 11/113)

Bu ayet açıkça gösterir ki, zulüm düzenine yalnızca destek vermek değil, tarafsız kalmak bile bir çeşit suç ortaklığıdır. Zulüm karşısında susan, onu reddetmeyen, onun dışında bir hayat kurmayan, eninde sonunda zulmün bir parçası olur.

Bu nedenle Tevhîdî Agorizm, tâğutun sadece eleştirisini değil; onunla kopuşun örgütlü halini temsil eder. Bu da yalnızca ekonomik değil, ahlâkî ve imanî bir görevdir. Her mü’min, Allah’a hakkıyla iman etmek istiyorsa, zulüm düzenine karşı alternatif bir cemaatin, bir topluluğun, bir yaşam biçiminin içinde yer almalıdır.

İşte Tevhîdî Agorizm, bu cemaatleşmenin adıdır: tâğuta boyun eğmeyen, rızıkta Allah’a güvenen, kendi arasında adaleti tesis eden, devletten bağımsız ama kaostan da uzak bir ümmet özlemi…


3. Karşı-Ekonomi: Rızkın Helâl Yollardan Aranması

Kur’an, insanların mallarını haksız yollarla yememelerini ve aldatıcı ticaretten kaçınmalarını emreder.

"Ey iman edenler! Karşılıklı rızaya dayalı ticaret dışında, mallarınızı aranızda haksız yollarla yemeyin."
(Nisa, 4/29)

Kapitalist sistemde çoğu kazanç, faiz, spekülasyon ve sömürüye dayanır. Tevhîdî Agorizm, devletin ve kapitalist tekellerin dışında kalan, doğrudan rızaya dayalı, adil bir mübadele sistemini savunur. Bu, İslam’daki helal kazancı hedefler.

Kapitalist sistemin dayandığı temel prensip, “maksimum kâr”dır. Bu prensip, zamanla ahlâkı, vicdanı ve hakkaniyeti piyasadan dışlamış; yerine faizle zenginleşenleri, başkasının emeği üzerinden yükselenleri koymuştur. Bu sistemde üretici emeğinin karşılığını alamaz; aracı, komisyoncu, banker, tekelci ve vergi toplayan devlet aygıtı arasında ezilir. Oysa Kur’an, kazancı sadece rızaya ve adalete dayandırır; rızıkta meşruiyeti bu ilkeye bağlar.

"Allah alışverişi helal, faizi haram kıldı."
(Bakara, 2/275)

Bu açık hüküm, rızkın helâl yollardan temin edilmesi gerektiğini belirtir. Faiz ve spekülasyonun temelini oluşturduğu modern finans sistemi, bu yönüyle hem ekonomik hem de imanî bir tehdit hâline gelmiştir. İnsanlar borçlandırılır, sonra bu borç “hukuken” meşrulaştırılır. Oysa Kur’an, borç üzerinden kazancı değil, üretime ve emeğe dayalı ticareti teşvik eder.

Tevhîdî Agorizm’in önerdiği karşı-ekonomi; yani sistem dışı, devlet kontrolü ve sömürüsünden azade alışveriş biçimi, işte bu ayetlerin pratikteki karşılığıdır. Burada ticaret, iki tarafın karşılıklı rızasına dayanır. Arada devletin vergi zorbalığı, bankaların faiz zinciri, tekellerin fiyat manipülasyonu, zorunlu lisanslar ya da bürokratik engeller yoktur. Sadece insanın insanla, mü’minin mü’minle yüz yüze, gönül gönüle yaptığı bir mübadele vardır.

Karşı-ekonominin özü, mü’minlerin rızıklarını Allah’tan bilerek, aralarındaki dayanışmayı ve adaleti önceleyerek kazanç elde etmeleridir. Bu, modern kapitalist zihniyeti alt eden, onunla çelişen bir ekonomi anlayışıdır. Devletin "kayıtlı ekonomi" dediği şey, aslında zulmün kayıt altına alınmasıdır. Oysa Kur’an, sadaka gibi doğrudan yardımlaşmayı ve zekât gibi topluluk içi yeniden dağıtımı önerirken hiçbir şekilde bir "devlet aracılığı" şart koşmaz.

"İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır."
(Necm, 53/39)

Bu ayet de gösterir ki, helal kazanç bireyin emeğine bağlıdır. Aracının, bankanın, devletin veya tekelin dayattığı hiçbir “hak” Kur’an’a göre meşru değildir. Tevhîdî Agorizm, bu nedenle, mü’minleri yeniden emeğe, üretime ve doğrudan toplumsal paylaşıma çağırır. Aracıyı ortadan kaldırmak, rızkı doğrudan helal kanallardan kazanmak ve bu kazancı ümmet bilinciyle bölüşmek—işte karşı-ekonominin ve helâl kazancın özü budur.

Sonuç olarak; bir Müslümanın kendisini modern kapitalist ağlardan soyutlaması, yalnızca bir tercih değil, bir iman meselesidir. Çünkü rızkı helal yoldan aramak, Allah’a güvenmenin ve kulluk bilincinin bir parçasıdır. Tevhîdî Agorizm bu güveni ve kulluğu toplumsallaştıran, helâl kazancı kolektif bir direnişe dönüştüren bir yoldur.


4. Yetimlerin, Mazlumların ve Fakirlerin Yanında Olmak

Kur’an, toplumsal adaleti gözetmeyi ve yoksulun hakkını gözetmeyi emreder.

"Yetimi itip kakar, yoksulu doyurmaya teşvik etmez."
(Maûn, 107/2-3)

Devlet destekli neoliberal sistemde yoksulluk sürekli üretilir. Tevhîdî Agorizm, toplumun en alt tabakalarını koruyan, onları ekonominin öznesi kılan dayanışmacı bir düzendir. Mahalle tabanlı kooperatifler, sadaka ekonomisi değil; onurlu, üretken bir yaşam sunar.

Modern kapitalist sistemde yoksulluk, bireysel tembelliğin değil; yapısal adaletsizliğin ürünüdür. Zenginlik belli ellerde birikirken, yoksulluk yaygınlaştırılır. Devlet, görünürde sosyal yardımlarla fakire el uzatıyor gibi görünse de, bu yardımlar çoğunlukla sistemin kendini aklama biçimidir. Sadakaya muhtaç hâle getirilen halk, bu yardımlarla itaat etmeye mecbur bırakılır. Neoliberal politikalarla önce istihdam olanakları yok edilir, ardından “sosyal devlet” adı altında sadaka temelli politikalarla halk bağımlılaştırılır.

Kur’an ise, yoksulun sadece “doyurulmasını” değil, onun yanında durulmasını, hakkının savunulmasını ve üretken bir özne hâline getirilmesini emreder. Maûn Suresi, dini yalanlayanların en temel özelliğini “yetimi itip kakmak” ve “yoksulu doyurmaya teşvik etmemek” olarak tanımlar. Bu, İslam’ın adalet anlayışında zayıfın korunmasının ne kadar merkezi bir yer tuttuğunun göstergesidir.

Tevhîdî Agorizm, yoksulluğu pasif bir yardımla çözmeye çalışmaz. Tam tersine, yoksulun üretken bir birey, onurlu bir katılımcı olarak yer aldığı ekonomik örgütlenmeler inşa etmeyi amaçlar. Mahalle temelli kooperatifler, ortak üretim ve takas sistemleri, yoksulu sadece “yardım edilmesi gereken bir nesne” olmaktan çıkarır; onu toplumun öznesi hâline getirir. Bu, sadaka kültüründen farklıdır; bu, infak kültürüdür. Sadaka yukarıdan aşağıya verilir; infak ise eşitler arası paylaşmadır. İnfak, müminin malını kardeşiyle ortaklaştırmasıdır. Ve bu, Kur’an’da sıkça emredilen bir dayanışma biçimidir:

“Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça asla iyiliğe erişemezsiniz.”
(Âl-i İmrân, 3/92)

Tevhîdî Agorist cemaatler, bu anlayışla; mallarını, üretim araçlarını ve imkânlarını yoksulla paylaşarak sadece fakirin karnını doyurmaz, onun ekonomik bağımsızlığını da inşa eder. Devletin “yardım programları” değil, müminlerin omuz omuza verdiği adil paylaşım ağlarıdır burada söz konusu olan.

Ayrıca, Tevhîdî Agorizm yoksulun onurunu gözetir. Çünkü İslam’da fakirlik bir ayıp değil; fakiri hor görmek ayıptır. Ve Tevhîdî Agorist sistemde hiç kimse bir diğerinden “aşağıda” değildir. Herkes Allah’a karşı eşittir; bu eşitlik, piyasada da, üretimde de geçerlidir. Zengin-fakir ayrımı; gücün değil, dayanışmanın konusu hâline gelir.

Bu sebeple, bir Müslüman yoksulun yanında durmak istiyorsa, bu yalnızca duayla ya da sadakayla değil; onunla birlikte alternatif bir ekonomi kurarak mümkün olur. Tevhîdî Agorizm, bu alternatifin adıdır. Hem ahlâkî, hem iktisadî, hem de toplumsal bir duruştur. Ve bu duruş, ancak Allah için verildiğinde gerçek anlamını bulur:

“Allah yolunda harcayın, kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın.”
(Bakara, 2/195)

Yoksullar için infak etmemek, yalnızca onları değil; bütün toplumu tehlikeye atmaktır. Zira adaletin olmadığı yerde huzur da olmayacaktır. Bu yüzden Tevhîdî Agorist bir Müslüman, infakla sadece malını değil, düzenin zulmünü de ortadan kaldırmayı amaçlar.



5. Faizsiz ve Sömürüsüz Bir Ekonomi: Riba’ya Karşı Durmak

"Allah alışverişi helal, faizi haram kıldı."
(Bakara, 2/275)

Faiz, kapitalist ekonominin temelidir. Devlet bankaları ve özel sermaye faiz yoluyla serveti yukarıya taşır. Tevhîdî Agorizm, faizsiz iktisadî ilişkiler kurar; bireylerin birbirine doğrudan güvenle borç verdiği, ortak üretim yaptığı, riba'dan tamamen arınmış bir toplumsal yapı kurar.

Kur’ân’da faiz (riba), yalnızca bireysel ahlâki bir hata olarak değil; toplumsal düzeni bozan, zulüm doğuran sistematik bir günah olarak tanımlanır. Çünkü riba, emeğin değil, paranın üzerinden kazanç sağlamayı hedefler. Bu da servetin belirli ellerde toplanmasına, zengin ile fakir arasındaki uçurumun büyümesine ve toplumsal adaletin çürümesine neden olur. Allah bu yüzden faizle mücadeleyi çok açık ve net biçimde emreder:

“Eğer (faizi) terk etmezseniz, Allah ve Resulü tarafından size açılmış bir savaş olduğunu bilin.”
(Bakara, 2/279)

Bu ayet, İslâm’da faizli sisteme karşı durmanın sadece ahlâkî bir öneri değil; imani bir zorunluluk ve adeta bir savaş ilanı kadar ciddi bir tavır olduğunu ortaya koyar. Faiz, insanı kula kul yapar; borçlandırır, bağımlılaştırır ve özgürlüğünü elinden alır. Riba’ya dayalı sistem, yalnızca bireyleri değil; köylüleri toprağından, esnafı dükkânından, üreticiyi atölyesinden eder. Çünkü borç, zamanla tüm mülkiyeti el değiştirten bir sömürü aracına dönüşür.

Tevhîdî Agorizm, bu sömürü çarkını reddeder. İslâm’ın faizsiz iktisat ilkelerini yalnızca teoride değil, günlük hayatta ve yerel ekonomide uygulamayı hedefler. Burada kazanç, sermayeden değil; üretimden, ortaklıktan, yardımlaşmadan ve doğrudan mübadeleden elde edilir. Yani para para kazanmaz; insan emeğiyle, alın teriyle kazanır.

Tevhîdî Agorist toplumlarda insanlar, birbirine faizsiz borç verir. İhtiyaç hâlinde mallar, para değil; emek ve takas yoluyla paylaşılır. Hatta bu toplumlar içinde “kâr paylaşımı ortaklıkları” gibi modeller gelişebilir: biri üretimi yapar, diğeri hammaddesini temin eder, biri dağıtımı üstlenir ve sonunda kâr hakkaniyetle bölüşülür. Bu, hem İslam’daki mudarebe ve müşareke gibi ortaklık modellerine, hem de sömürüsüz ekonomiye uygun düşer.

Kapitalist düzende ise finansal sistemin tüm damarları riba ile örülüdür. Devlet bankaları, merkez bankası politikaları, borsa manipülasyonları, kredi kartları ve tüketici kredileri; hepsi insanları borçlandırmak üzerine inşa edilmiştir. Bu, sadece ekonomik bir sömürü değil; aynı zamanda ruhsal bir esarettir. Çünkü borçlanan insan, özgür karar veremez. Tevhîdî Agorist birey ise, Allah’tan başkasına borçlanmaz.

Kur’an, faizi hem yiyeni hem de vereni lanetler:

“Faiz yiyenler, ancak şeytan çarpmış gibi kalkarlar... Allah faizi yok eder, sadakaları ise kat kat artırır.”
(Bakara, 2/275–276)

Bu ilahi uyarı, bize açıkça gösteriyor ki, faizle yükselen hiçbir sistem kalıcı olamaz. Ama sadaka, infak, yardımlaşma ve ortaklık ile kurulan ekonomik düzen hem bereketli hem kalıcıdır. Tevhîdî Agorizm, işte bu ikinci yolu seçer: üretimi çoğaltarak, paylaşımı yayarak ve borçlanmaya değil kardeşliğe dayalı bir ekonomi kurarak…

Sonuçta riba, sadece cebimizi değil; ruhumuzu da zehirler. Onun alternatifi, Tevhîdî bir dayanışma ekonomisidir. Bu sistemde kazanç, sömürüyle değil, bereketle gelir. Ve bu bereketin kaynağı, yalnızca Allah’tır.


6. Zorbalığa Karşı Adaletli ve Yatay Toplum

"Şüphesiz ki Allah, size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emreder."
(Nisa, 4/58)

Devletçi sistemlerde güç, zorbaların elindedir. Bürokrasi, rüşvet ve sınıf ayrıcalığı adaleti imkânsızlaştırır. Tevhîdî Agorizm ise adaleti yatay örgütlenmelerle temin eder. Gücün tabana yayılması, Kur’ân’ın emrettiği “emaneti ehline verme” anlayışıyla örtüşür.

Modern ulus-devlet düzenlerinde “adalet” çoğu zaman sadece bir temenni olarak kalır. Yasalar, güçlülerin lehine yazılır; mahkemeler, ayrıcalıklıları korur. Bürokratik yapı halktan kopuktur, denetlenemezdir ve çoğu zaman halkın değil, sistemin devamlılığı için çalışır. Halk, sadece seçim günü hatırlanır; sonra iradesi, vekillerin ve teknokratların soyut mekanizmalarına teslim edilir. Bu sistem, adaleti değil, itaati üretir.

Oysa Kur’ân’da adalet; yukarıdan aşağıya değil, halkın kendi içinden doğan bir emanet sistemine dayalıdır. “Emaneti ehline vermek”, sadece yöneticilik görevini dürüst bir kişiye vermek değil; toplumun her alanında liyakatin, hakkaniyetin ve şeffaflığın esas alınması demektir. Bu, hem yatay bir yönetim modeli hem de doğrudan halk katılımına dayalı bir organizasyonu zorunlu kılar.

“Şüphesiz ki Allah, size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emreder.”
(Nisa, 4/58)

Bu ayet, iki temel ilkeye dayanır:

  1. Emanetler ehline verilmeli, yani yetki, servet, bilgi, yöneticilik gibi toplumsal sorumluluklar sadece ehil olanlara, liyakat sahiplerine verilmelidir.

  2. Adaletle hükmedilmeli, yani kararlar ve uygulamalar adil, tarafsız ve herkes için erişilebilir olmalıdır.

Tevhîdî Agorizm, bu iki ilkeyi pratiğe döker. Devlet gibi merkezi yapılarla değil; yatay, mahalle temelli, şûraya dayalı örgütlenmelerle işler. Herkesin söz hakkı vardır. Her topluluk, kendi içinden çıkan ehil kişileri seçer; bu kişiler yönetici değil, “emanetçi”dir. Bu, sahabe döneminde uygulanan “istişare esaslı liderlik” modeline dayanır.

Bu yapı içerisinde güç, sadece aşağıdan yukarıya doğru geçicidir. Kimse “yetki sahibi” değildir; sadece belirli bir ihtiyaca cevap vermek üzere geçici sorumluluk alır. Rüşvet, imtiyaz, makam sevdası gibi devletçi sistemin yozlaştırıcı unsurları bu düzende yer bulamaz. Çünkü gücün meşruiyeti halkın rızasından, adaletin ise Allah’ın hükümlerinden gelir.

Tevhîdî Agorist topluluklarda adalet bir mahkeme salonunda değil, hayatın içinde işler. Sorunlar cemaatin içinde, şahitlerin önünde, şûra mantığıyla çözülür. Kimse yargıç değildir; herkes Allah’ın adaleti karşısında eşittir. Böyle bir yapıda kimse dokunulmaz değildir; kimse ayrıcalıklı da değildir.

Unutulmamalıdır ki, zulüm yalnızca zorbalıkla yapılmaz; adaletsizlik karşısında sessiz kalmak da bir zulümdür. Bu nedenle Tevhîdî Agorizm, pasif bir çekilme değil; adil bir toplumsal düzen kurma çabasıdır. Kur’ân’ın ahlâkını kolektif biçimde hayata geçirme teşebbüsüdür.

Çünkü biz biliyoruz ki:

“Allah adaleti, ihsanı ve yakınlara yardım etmeyi emreder. Çirkin işleri, fenalığı ve zorbalığı yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt verir.”
(Nahl, 16/90)

Bu ilahi çağrı, devletlerin anayasa girişlerinden çok daha öte bir toplumsal sözleşmedir. Ve bu sözleşmenin hakkını vermek için, adaletin halkın eline döndüğü, şûraya dayalı, emanete sadık bir toplum gereklidir. İşte Tevhîdî Agorizm, bu gerekliliğe verilen Kur’ânî bir cevaptır.


Sonuç: Tevhîdî Agorizm, Kur’anî Bir Tavırdır

Bugün bir Müslüman yalnızca bireysel ibadetle yetinemez. Sömürüyü, zulmü, tâğutu reddetmeyen bir yaşam, Tevhîd’in pratiğini eksik bırakır. Tevhîdî Agorizm, Müslümanların Kur’ân’a uygun bir alternatif oluşturma sorumluluğunun çağdaş bir ifadesidir.

Müslüman olmak, Allah’tan başkasına boyun eğmemektir. İşte bu yüzden, bizler Tevhîdî Agoristiz.


Tevhidi Agorizm için tasarı (manifestom için bir prototip)

  ↪Tevhîdî Agorist İslami İdeoloji Tasarımı 1. Temel Felsefe ve İdeolojik Kökenler Tevhîd (Allah’ın Birliği): İdeolojinin temelini sadece A...