10 Temmuz 2025 Perşembe

Yayınevimizin ilk kitabı...

 Samuel Edward Konkin III

Yeni Liberteryen Manifesto'nun Türkçe Çevirisi

Agorist Manifesto — İlk Kez Türkçede!

KİTAP İÇİN TIKLAYIN

Devletin baskıcı mekanizmalarına karşı özgürlüğün, bireysel iradenin ve gönüllü iş birliğinin çağrısını yapan Agorist Manifesto, artık Türkçede.

Bu kitap, yalnızca bir politik metin değil; aynı zamanda bir eylem rehberi, bir özgürlük yemini, ve içimizde yankılanan adalet arzusunun ideolojik formudur. Samuel Edward Konkin III’ün kaleme aldığı bu manifesto, devlete karşı karşı-ekonominin, zorunlu düzenlere karşı serbest iradenin ve sistemin dışında yaşamanın mümkünlüğünü teorik ve pratik temelleriyle gözler önüne seriyor.

Bu çeviriyi yaparken amacım, yalnızca bir metni Türkçeye aktarmak değil; aynı zamanda yerli direniş damarına yepyeni bir damar eklemekti.
Agorizm, yalnızca Amerika’da doğmuş bir düşünce değil; bugün, burada, bizim topraklarımızda da karşılığını bulabilecek bir yaşama biçimi ve hareket çağrısıdır.

Agora, Anarşi, Aksiyon! diyerek, bu çağrıyı Türkçeye taşıdım.
Şimdi sıra sende.
Oku, yay, uygula.

Muhammed Talha A.


1 Temmuz 2025 Salı

Hiyerarşi hakkında...

 Tevhid ve Hiyerarşi: Kur’ânî Bir Reddiye



Giriş

Bu metin, İslâmî tevhid anlayışının yalnızca metafizik değil, aynı zamanda siyasal ve toplumsal düzeyde nasıl dönüştürücü bir ilke sunduğunu tartışmaktadır. Tevhid, İslâmî düşüncenin merkezinde yer alır ve bu ilke gereği, Allah’tan başka mutlak hiçbir otorite tanınamaz. Bu mutlaklık yalnızca bireysel kulluk ilişkisini değil, toplumsal ilişkilerdeki güç dağılımını da biçimlendirir. Buna göre, “İslam’da hiyerarşi vardır” şeklindeki yaklaşımlar, tevhidin bütüncül yapısını parçalayarak onu sadece metafizik bir ilkeye indirger. Hâlbuki Kur’ân, tevhidi aynı zamanda bir yönetim biçimi, bir toplumsal denge ilkesi ve bir özgürleşme çağrısı olarak sunar.

Tarihsel süreçte İslam toplumlarında ortaya çıkan hiyerarşik yapılar —özellikle Emevî ve Abbâsî siyaset teorilerinde kristalize olan— Kur’ânî değil, tarihsel ve beşerî yorumların bir ürünüdür. Bu çalışmada, bu yorumların hangi bağlamlarda üretildiği, hangi Kur’ânî ilkelerle çeliştiği ve nasıl bir alternatif siyasal-toplumsal yapı önerildiği tartışılacaktır.


1. Tevhid: Kudretin Tekilliği ve Otorite Sınırlarının Ontolojisi

Kur’ân’da geçen:

“Hüküm yalnızca Allah’a aittir.” (Yûsuf, 12/40)

ayeti, yalnızca ahiret bağlamında değil, dünyevî düzenin işleyişi bakımından da temel ilkedir. Bu hüküm, Allah’ın mutlak yasama yetkisini vurgularken, beşerî otoritenin her tür formunun sınırlı, geçici ve denetlenebilir olduğunu ilan eder. Dolayısıyla herhangi bir lider, halife, imam, şeyh ya da devlet yöneticisinin mutlak otorite iddiası tevhid ilkesiyle doğrudan çelişir.

Tevhid yalnızca Allah’ın varlığını kabul etmek değil; O’nun mutlak otoritesini toplumsal düzende de tesis etmeye çalışmaktır. Beşerî hiyerarşiler, bu nedenle tevhidin pratiğe dökülmesinin önündeki en temel engellerdendir.

Bu bağlamda tevhid, sadece teolojik bir tefekkür konusu olmaktan çıkar; aynı zamanda sosyal adaletin, yönetişim ahlakının ve birey-toplum ilişkilerinin temel normu hâline gelir. Kur’ân’ın inşa etmeye çalıştığı toplumsal düzen, bir grup insanın mutlak otoriteyle diğerleri üzerinde tasarrufta bulunmasını değil, herkesin Allah karşısında eşit sorumluluk taşıdığı bir adalet zeminini öngörür.

Bu perspektiften bakıldığında, mü’min bir bireyin hiçbir beşerî otoriteye sorgusuzca itaati mümkün değildir. Çünkü böyle bir itaat, Kur’ân’ın “la tağût” ilkesiyle açıkça reddettiği bir davranıştır. Tağût kavramı —ister siyasal bir despot, ister dinî bir otorite, ister ekonomik bir egemen güç olsun— Allah’ın hükmünün yerine geçmeye çalışan her türlü beşerî düzeni ifade eder. Bu nedenle “Tevhid”, sadece bir inanç ilkesi değil, aynı zamanda anti-tağûtî bir duruştur.

Bu yönüyle tevhid, bireyi zihinsel ve ahlâkî bir özneliğe çağırır. Mü’min, kendisine sunulan otorite yapısını sadece şekli gerekçelerle değil; adalet, meşruiyet ve Kur’ânî ilkelere uygunluk açısından da değerlendirmek zorundadır. Bu yükümlülük, bireyin ahlâkî sorumluluğunu arttırır ama aynı zamanda onu özgürleştirir: Çünkü kulluk, yalnızca Allah’a yöneltilirse, diğer tüm tahakküm biçimleri kırılır.

Bu kırılma, yalnızca bireysel düzeyde değil, kolektif düzeyde de etkili bir devrimsel potansiyele sahiptir. Tevhid ilkesi üzerine kurulu bir topluluk, hiçbir şekilde bir sınıfın, zümrenin veya ruhbanın diğerleri üzerinde kalıcı ve sorgulanamaz bir otorite kurmasına izin veremez. Bu yüzden tevhid, toplum içindeki tüm dikey yapılanmaları yıkarak, yatay bir sorumluluk ve dayanışma modelini mümkün kılar.

Sonuç olarak, “Hüküm yalnızca Allah’a aittir” ilkesi, sadece teolojik değil, aynı zamanda devrimci bir ilkedir. Bu ilkenin yaşamsallaşması, sadece bireysel ibadet değil; aynı zamanda toplumsal bir adalet mücadelesidir. Ve bu mücadele, her mü’minin kendi sorumluluğunu üstlenmesiyle, yani beşerî otoriteler karşısında sorgulayıcı bir bilinç ve adil bir direniş inşa etmesiyle anlam kazanır.

Bu direniş, salt politik bir başkaldırıya indirgenemez; daha derin bir ahlâkî ve epistemik dönüşüm çağrısıdır. Çünkü tevhid, yalnızca dışsal tahakküme değil, aynı zamanda içsel putlara, zihinsel alışkanlıklara ve sorgulanmamış geleneklere de karşı bir mücadeleyi gerektirir. Bu anlamda tevhidî bilinç, her türlü dogmatizme, taassuba ve kutsallaştırılmış otoriteye karşı uyanık olmayı emreder. Mü’min, hem dışsal yapıları hem de kendi iç benliğini Kur’ânî ölçülerle sürekli murakabe etme sorumluluğundadır.

Bu tevhidî murakabe, Müslüman toplumların yeniden inşasında temel ilke olarak benimsenmediği sürece, İslamî kimlikler kolayca despotik yapıların ideolojik araçlarına dönüşebilir. Zira tarihsel tecrübeler göstermektedir ki, tevhid ilkesi yerini mezhepçi, milliyetçi veya tarikatsal tahakküm formlarına bıraktığında; Kur’an’ın öngördüğü adalet, özgürlük ve merhamet ilkeleri de hızla tahrif olmuştur. Dolayısıyla, tevhid yalnızca bireysel bir iman ilkesi değil, aynı zamanda kolektif hafızayı ve toplumsal düzeni sürekli yenileyen bir devrimci bilinçtir.

Bu bağlamda, tevhid eksenli bir toplum tahayyülü, yalnızca devletsiz veya hiyerarşisiz bir yapı öngörmekle yetinmez; aynı zamanda üretim ilişkilerinden bilgi dağılımına, toplumsal cinsiyet rollerinden eğitim sistemine kadar her alanda adalet, özgürlük ve sorumluluk esasına dayalı bir yeniden yapılanmayı zorunlu kılar. Böyle bir yapı, yukarıdan aşağıya dikte edilen kurallar değil, yatay ilişkilerle örülmüş ve rızaya dayalı bir müşterek hayatı hedefler.

O hâlde “Hüküm yalnızca Allah’a aittir” ilkesi, bugünün dünyasında yeniden okunmalı ve yorumlanmalıdır. Bu hüküm, otoritenin kutsallaştırılmasına değil; hakikatin, eleştirinin ve adaletin mutlaklaştırılmasına çağrıdır. Ve bu çağrı, sadece teorik değil; eylemsel bir sorumluluk da yükler. Tevhid, bir hakikat bilgisi olduğu kadar bir eylem ahlâkıdır da.

Son kertede, tevhid yalnızca putlara değil; putlaştırılmış ilişkilere, kurumsallaşmış tahakküme ve din adına üretilmiş beşerî tahditlere karşı da bir özgürleşme manifestosudur. Kur’ân, bu yönüyle, sadece bireyi değil, bütünüyle toplumu Allah’tan başkasına kulluktan azade kılmak için gönderilmiştir. Bu yüzden tevhid, en geniş anlamıyla bir “özgürlük inkılâbı”dır; hem ruhu hem düzeni arındıran, hem geçmişi hem geleceği yeniden anlamlandıran bir davettir.

Ve bu davet, yalnızca bireysel iradenin uyanışıyla sınırlı kalmamalı; aynı zamanda kolektif bir inkılâbın düşünsel, ahlâkî ve yapısal öncüsü olmalıdır. Tevhid, iman edenleri pasif bir sabra ya da edilgen bir tevekküle değil; zulme, tahakküme ve adaletsizliğe karşı aktif bir kıyama çağırır. Zira Kur’ân’ın birçok yerinde vurgulanan kıyam ve şehadet, yalnızca namazla sınırlı bir ayakta duruş değil; hakikatin, adaletin ve özgürlüğün lehine bütün beşerî otoritelere karşı dimdik durma çağrısıdır.

Bu anlamda tevhid, sadece “bir” olan Allah’a iman etmek değil, tüm beşerî tahakküm ilişkilerine karşı sürekli bir mesafe koyma eylemidir. Siyasî otoritelerin mutlaklaşmasına, dinî liderliklerin dogmatikleşmesine, ekonomik gücün kutsallaştırılmasına ve toplumsal rollerin dondurulmasına karşı da bir inkılâptır bu. Çünkü Allah’a kulluk, yalnızca bireysel secdede değil; aynı zamanda toplumsal düzende O’ndan başkasına kulluğu reddetme iradesinde tecelli eder.

İşte bu inkılâbî bilinç, tevhidî agorizmin temelini oluşturur. Agorizm, modern iktidar yapılarının meşruiyetini reddederken, Kur’ânî bir referansla tüm tahakküm biçimlerine karşı alternatif yaşam alanları üretmeyi amaçlar. Bu yaşam alanları, sadece ekonomik veya politik direniş noktaları değildir; aynı zamanda ahlâkî, epistemik ve ontolojik bir özerklik arayışının mekânlarıdır. Tevhidî agorist yaklaşım, cemaatleri merkeze almaz; müşterekleri, yani rızaya dayalı, eşitlikçi ve adalet temelli örgütlenmeleri esas alır.

Kur’ân’da sıklıkla geçen “zulüm” ve “fasad” kavramları da, bu bağlamda yalnızca bireysel günahlar değil, aynı zamanda tahakkümle iç içe geçmiş toplumsal çarpıklıklardır. Zulüm, yalnızca bir cana kıymak değil; bir iradeyi bastırmak, bir toplumu sessizliğe mahkûm etmek, bir toplumsal hakikati gizlemektir. Bu yüzden tevhidî bilinç, yalnızca bireysel arınmaya değil; toplumsal şifaya da yönelir. Bu şifa, ancak tahakküm yapılarının sökülmesiyle, yani hiyerarşinin çözülmesiyle mümkündür.

O halde bu çağrıyı, sadece bir dinî vecibe olarak değil; tarihsel bir sorumluluk, çağdaş bir mücadele ve geleceğe dair bir inşa projesi olarak da kavramak gerekir. Tevhid’in bu çağrısı, Müslüman bireyi salt itaat eden değil; adaletin taşıyıcısı, özgürlüğün savunucusu ve zulme karşı kesintisiz bir direnişin öznesi hâline getirir.

Bu yol, kolay bir yol değildir. Çünkü tevhidî bir duruş, çoğu zaman sistemin dışında kalmayı, merkezî güçlerden uzak durmayı ve hatta yalnızlığı göze almayı gerektirir. Fakat hakikatin yükünü omuzlayanlar, tarih boyunca hep az olmuş; fakat değişimin mayası da bu azınlıklar olmuştur. Kur’ân’daki “azlar galip geldi” (Bakara, 249) ilkesini hatırlamak, bu direnişin psikolojik ve metafizik gücünü diri tutmak açısından önemlidir.

Tevhidî bir toplum, ancak adaletin merkezde olduğu, mülkün paylaşımcı bir ahlâkla yönetildiği, bilginin tekelleşmediği ve iradenin özgürce var olabildiği bir toplumsal zeminde inşa edilebilir. Bu da yalnızca yukarıdan gelen buyruklarla değil; aşağıdan gelen bir iman ve sorumluluk yükselişiyle mümkündür.

Tevhid, en nihayetinde bir “karşı çıkış”tır: zulme, tahakküme, tanrılaştırılmış lidere, kutsanmış devlete, sorgusuz itaate ve sistematik adaletsizliğe karşı. Ama aynı zamanda bir “kuruluş”tur: adaletin, merhametin, özgürlüğün ve sorumluluğun ilahi kudretle temellendiği yeni bir dünyanın inşası.

Bu dünya, yalnızca ütopik bir tahayyül değil; imanla, sabırla ve mücadeleyle mümkün kılınabilecek hakiki bir vaattir. Ve bu vaat, tüm mü’minleri, Allah’tan başkasına kulluk etmeyen bir özgürlük cemiyetinin kurucuları olmaya davet etmektedir.


2. Peygamber ve İtaat: Vahyin Taşıyıcılığı ve Siyasal Model

Nisa 4/59’daki:

“Allah’a itaat edin, Peygambere ve sizden olan ulü’l-emre de…”

ayeti, yüzeysel olarak bakıldığında hiyerarşik bir itaat ilişkisi kuruyor gibi görünse de, devamındaki “…anlaşmazlığa düşerseniz onu Allah ve Resûlü’ne götürün” ifadesi, tüm beşerî otoritelerin Allah ve Resûl ölçütüyle kayıt altına alındığını gösterir. Bu bağlamda, “ulü’l-emr” olarak nitelenen yöneticiler, sadece Kur’an ve Sünnet’e uygunluk derecesiyle geçerlilik kazanabilirler.

Hz. Peygamber’in konumu da bu çerçevede değerlendirildiğinde, o bir “mülk sahibi kral” değil, bir “nebi ve rasul”dür. Kur’an’daki tanımlamalar, onun otoritesini bağlayıcı değil, davet edici, uyarıcı ve yönlendirici nitelikte tanımlar:

“Ey Peygamber! Biz seni bir şahit, bir müjdeleyici, bir uyarıcı ve Allah’a izniyle çağıran bir davetçi olarak gönderdik.” (Ahzab, 45–46)

Bu ayet, Hz. Peygamber’in misyonunu bir hükümran ya da zorlayıcı bir otorite değil; hakikatin tanığı, adaletin davetçisi ve ilahî mesajın taşıyıcısı olarak tanımlar. Kur’an’da Hz. Peygamber’in, insanlar üzerinde zorlayıcı bir tahakküm aracı olması açıkça reddedilir:

“Sen onların üzerinde bir zorba değilsin.” (Gaşiye, 88/22)

Bu ifade, onun risalet görevinin, ikna ve tebliğe dayandığını; insanların vicdanlarına hitap eden bir uyarıcılık olduğunu vurgular. Nitekim Hz. Peygamber’in Medine’deki yönetimi de bu çerçevede istişareye, rızaya ve toplumsal meşruiyete dayalıdır. Hudeybiye Antlaşması, Uhud Savaşı ve birçok içtimâî meselede onun kendi görüşü yerine istişare sonucunda ortaya çıkan toplumsal iradeye uyması, bu anlayışın pratik yansımasıdır.

Hz. Peygamber’in liderliği, karizmatik ya da kurumsal bir tahakküm değil; ilahî mesajın en adaletli ve en ahlâklı biçimde somutlaşmasıdır. Bu anlamda peygambere itaat, onun şahsî iradesine boyun eğmek değil; onun vahyi temsil eden örnekliğine bağlı kalmak anlamına gelir. Bu ayrım, İslam’daki otorite anlayışını kökten değiştirir: Otorite, bir kişinin konumuna değil; hakikate olan yakınlığına göre değerlendirilir. Bu da doğrudan tevhid ilkesiyle örtüşür.

Üstelik Kur’an’da, Hz. Peygamber’in zaman zaman eleştirildiği, uyarıldığı ve kendi içtihadının Allah katında tashih edildiği ayetler bulunur (bkz. Abese 1–10; Tevbe 43; Enfal 67). Bu, onun konumunun mutlak bir otorite değil; vahyin emanetini taşıyan bir beşer olduğunu gösterir. Bu da, peygamber örnekliğinin dahi eleştirilebilir ve sorgulanabilir olduğuna, dolayısıyla diğer tüm beşerî otoritelerin çok daha fazla denetime açık olması gerektiğine işaret eder.

Ayrıca, Kur’an’da geçen “İtaat edin” kalıplarının çoğu zaman “Allah’a ve Peygambere” birlikte yöneltilmesi, Peygamber’in otoritesini kendi başına değil, sadece ilahî iradeyi temsil ettiği ölçüde anlamlı kılar. Peygamber’e itaat, vahyin ahlâkî ve adaletli ilkesine tabi olmayı gerektirir; bu da tüm yöneticiler için bağlayıcı bir örneklik teşkil eder.

Sonuç olarak, Hz. Peygamber’in örnekliği, bir model olarak bireysel ve toplumsal rehberlik içerir; ancak bu, asla dayatma ya da dikey bir iktidar formu değildir. Onun uygulamalarında öne çıkan istişare, rıza, adalet ve şeffaflık ilkeleri, İslam siyaset düşüncesinin temelini oluşturur. Bu temel, hiyerarşik tahakkümlerden uzak, yatay ve katılımcı bir toplumsal örgütlenmenin Kur’anî dayanağını meydana getirir.

Bu yönüyle Tevhidî Agorizm, Hz. Peygamber’in pratik sünnetinden ilham alarak, otoriteyi aşağıdan-yukarıya akan bir emanet ve sorumluluk ilişkisi olarak yeniden tanımlar. Sadece dinî değil, aynı zamanda siyasal ve iktisadî alanlarda da adalet, hesap verilebilirlik ve rıza esaslı bir yapılanmayı meşrulaştırır.

 Bu yeniden tanım, otoriteyi kutsallaştırmak yerine, onu sınırlandırmayı, şeffaflaştırmayı ve toplumun ortak rızasına dayandırmayı esas alır. Bu bağlamda, Tevhidî Agorizm, peygamberî örnekliği sadece tarihsel bir model olarak değil, çağdaş Müslüman toplumlar için siyasal bir ilke ve yönetişim etiği olarak yorumlar. Bu ilkeye göre, hiçbir yönetici, âlim, cemaat lideri veya dinî temsilci mutlak otoriteye sahip değildir; her biri Kur’an ve Sünnet ölçütlerinde denetlenebilir ve gerektiğinde eleştirilebilir konumda olmalıdır.

Ayrıca, Hz. Peygamber’in risaletini üstlendiği toplumda, bireyin iradesi hiçbir zaman yok sayılmamış; aksine bireyin vicdanına, aklına ve ahlâkına sürekli olarak hitap edilmiştir. Bu yaklaşım, modern anlamda katılımcı demokrasilerle değil, ancak onlardan çok daha derin bir adalet ve sorumluluk bilinciyle eşdeğerdir. Zira burada esas olan, çoğunluğun değil, hakikatin belirleyici olmasıdır. Tevhidî yaklaşıma göre, istişare sadece bir yöntem değil; ilahî hikmetin toplumsal düzene aktarılması için zorunlu bir araçtır. Bu, Peygamber’in de içinde olduğu tüm yöneticiler için geçerli bir ilkedir.

Hz. Peygamber’in yönetim biçiminde öne çıkan bir diğer unsur, bireyler arası ilişkilerde eşitlik, topluluklar arası ilişkilerde ise adalettir. Medine Vesikası bu bakımdan çarpıcıdır: Müslümanlar, Yahudiler ve diğer topluluklar arasında yapılan bu anayasal belge, tek merkezli bir otorite değil; çoğulculuğa ve müşterek sorumluluğa dayalı bir siyasal sözleşme niteliğindedir. Bu belge, modern ulus-devlet anlayışından çok daha önce, farklı inanç gruplarının barış içinde bir arada yaşamasını mümkün kılan bir toplumsal zemin oluşturmuştur. Bu model, her ne kadar tarihsel bir bağlamda ortaya çıkmış olsa da, ilkesel düzeyde hâlâ geçerliliğini korumaktadır.

Tevhidî Agorizm, bu modeli günümüz dünyasına taşıyarak, ulusalcı, merkeziyetçi ve bürokratik siyasal sistemler yerine, yerel ve katılımcı yapılara dayalı bir toplum inşa etmeyi hedefler. Bu toplumda otorite, yukarıdan empoze edilen bir güç değil; aşağıdan yükselen bir rıza, meşveret ve adalet bilincidir. Böyle bir yapılanmada, peygamberî örnekliğin merkeze alınması, sadece siyasî değil, aynı zamanda epistemolojik ve ahlâkî bir dönüşüm de doğurur.

Bu dönüşüm, modern çağın tahakküm biçimlerine karşı da güçlü bir eleştiri sunar. Zira çağdaş seküler sistemler, genellikle otoriteyi kutsallıktan arındırmak adına onu bütünüyle teknikleştirir ve görünmez kılar. Tevhidî bakış ise, otoritenin meşruiyetini yalnızca teknik başarıya değil; ahlâkî liyakat, toplumsal rıza ve adalet ölçütlerine dayandırır. Bu da yöneticinin her daim sorgulanabilir, her kararın her birey tarafından değerlendirilebilir olmasını gerektirir. Çünkü gerçek tevhid, yalnızca Allah’ın hükmünü mutlaklaştırırken, diğer tüm hükümranlık iddialarını sınırlayan, sorgulayan ve geçici kılan bir ilkedir.

Sonuç olarak, Hz. Peygamber’in yönetim tarzı, İslam toplumları için yalnızca bir ideal değil, aynı zamanda uygulanabilir bir örneklik sunar. Bu örneklik, ne bir teokrasiye, ne de seküler otoriterizme kapı aralar. Aksine, halkın bilinçli katılımına, adaletin merkezîliğine ve vahyin rehberliğine dayalı özgürlükçü bir toplumsal modeli öne çıkarır. Tevhidî Agorizm, bu örneklik üzerinden sadece devleti değil, bireyi de dönüştürmeyi amaçlar: Birey, artık itaate değil; sorumluluğa, bağımlılığa değil; özgürlüğe, tahakküme değil; adalete yönelir.

Ve işte bu yöneliş, çağın tüm beşerî sistemlerine karşı yükselen bir tevhidî reddiyedir — hem ruhu, hem toplumu, hem de dünyayı Allah’tan başkasına kul olmaktan azade kılmak için.


3. Şûrâ İlkesi: Yetkinliğin ve Rızanın Esası

Şûrâ, Kur’an’da yalnızca önerilen bir yöntem değil; toplumsal meşruiyetin ilahî teminatıdır:

“Onların işleri aralarında şûrâ iledir.” (Şûrâ, 42/38)

Bu ayet, toplumsal kararların yukarıdan aşağıya değil, yatay bir şekilde —katılımla, danışmayla, karşılıklı rızayla— alınması gerektiğini ifade eder. Hz. Peygamber’in Uhud Savaşı örneğindeki tutumu, bu ilkenin fiilî uygulamasıdır: kendi görüşü aksine genç sahabenin görüşüne uyması, hiyerarşiden kaçınarak kolektif sorumluluğu öncelediğini gösterir.

Bu anlayış, modern temsilî demokrasilerden farklı olarak, bireysel oy hakkından ziyade doğrudan ve sürekli müzakerelere dayanan bir katılım biçimini ima eder.

Bu katılım biçimi, sadece seçme ve seçilme hakkıyla sınırlı kalmaz; toplumun her ferdini karar alma süreçlerinin asli bir öznesi olarak kabul eder. Şûrâ, böylece toplumsal hayatta pasif bir rızayı değil, aktif bir inşayı esas alır. Kur’ân’ın bu ilkeye atfettiği merkezî önem, yönetsel işlerin yalnızca belirli seçkin sınıflar ya da ruhbanlar eliyle değil, doğrudan halkın müşterek aklıyla yürütülmesini zorunlu kılar.

Hz. Peygamber’in uygulamalarında bu anlayış, yalnızca askerî ya da siyasî kararlarla sınırlı kalmamış; ekonomik ve içtimaî meselelerde de belirleyici olmuştur. Medine toplumunda kadınların, gençlerin, azatlı kölelerin ve farklı inanç mensuplarının da görüşlerinin dikkate alınması; şûrânın yalnızca biçimsel bir danışma değil, hakiki bir temsil ve adalet mekanizması olduğunu gösterir.

Bu noktada, şûrâ ilkesinin özünü oluşturan iki kavram öne çıkar: yetkinlik (ehliyet) ve rıza. Bir kişinin yönetsel kararlara katılması, onun sosyal statüsünden ziyade katkı sunma ehliyetine ve sorumluluk bilincine bağlıdır. Aynı şekilde, alınan kararın meşruiyeti, yalnızca yasaya değil, rızaya ve adalete dayanır. Zira rıza olmadan meşruiyet, meşruiyet olmadan da adalet mümkün değildir.

Bu yönüyle şûrâ, sadece bir yönetişim tekniği değil; aynı zamanda bir ahlâkî tutumdur. Bireyin ve toplumun, yalnızca “neyin yapılacağına” değil, “nasıl yapılacağına” da müdahil olduğu; kararların, süreçlerin ve sonuçların birlikte şekillendirildiği bir ilişki biçimidir. Tevhidî bir toplumda bu ilişki, mutlak itaate değil; bilinçli katılıma, kör bağlılığa değil; ahlâkî sorumluluğa dayanır.

Tevhidî Agorizm, şûrâ ilkesini yalnızca siyasal yönetimin değil, aynı zamanda ekonomi, eğitim, bilgi üretimi ve sosyal yardımlaşma gibi tüm alanların temel yapıcı ilkesi olarak kabul eder. Bu bağlamda karar alma süreçleri; merkezi bürokrasiler veya teknokratik elitler tarafından değil, yerel meclisler, üretim birlikleri ve cemaatler eliyle yürütülür. Her birey, hem kararın sorumluluğunu taşır, hem de sonuçlarını gözeten bir denetim mekanizmasının parçasıdır.

Böylece şûrâ, yalnızca adaletin bir aracı değil; aynı zamanda özgürlüğün ve toplumsal barışın da teminatı hâline gelir. Katılımın yaygınlaştığı, sorumluluğun yataylaştığı bir düzende, tahakküm yapıları çözülür, zorbalık mekanizmaları etkisizleşir ve toplum kendi kaderini, Kur’ân’ın gösterdiği istikamette özgürce belirleme kudretine kavuşur.

Bu doğrultuda, şûrâ ilkesinin tarihsel örnekliği kadar, çağdaş yeniden yorumu da zorunludur. Günümüzün baskıcı otoritelerine, yozlaşmış temsilî sistemlerine ve elitist karar alma mekanizmalarına karşı, Kur’ânî şûrâ ilkesi; hem eleştirel hem de kurucu bir alternatif olarak yükselmektedir. Ve bu ilke, yalnızca geçmişin bir mirası değil; geleceğin özgür, adil ve eşitlikçi toplumlarının temelidir.

Bu bağlamda, şûrâ ilkesi, yalnızca İslam toplumları için değil, tüm insanlık için evrensel bir yönetişim paradigması sunar. Zira bu ilke, insanın yaratılıştan sahip olduğu akıl, irade ve sorumluluk kapasitelerini esas alarak; herhangi bir yönetim yapısının, bireyin onayı ve katkısı olmadan meşru olamayacağını ilan eder. Bu durum, özellikle modern çağda ortaya çıkan bürokratik tahakküm biçimlerine ve kimliksizleştirici yönetişim tekniklerine karşı güçlü bir itirazdır.

Şûrâ, halkın yalnızca temsilciler yoluyla değil, doğrudan ve sürekli biçimde karar süreçlerine katılmasını mümkün kılar. Bu sebeple Tevhîdî Agorizm’in öngördüğü toplumsal modelde, temsilî demokrasi değil; doğrudan müzakerelere, ortak akla ve kolektif sorumluluğa dayalı yatay meclisler esastır. Bu meclisler, sadece yasa koymaz; aynı zamanda yasa yapım sürecini ahlâkî bir denetime de tâbi tutar. Bu, şûrânın yalnızca siyasi değil; aynı zamanda epistemolojik ve etik bir rejim olduğu anlamına gelir.

Kur’ân’da geçen şûrâ ilkesi, aynı zamanda karar alma süreçlerinde güç dengesizliğini önlemeyi, bilgi tekelini kırmayı ve kamusal aklın serbest dolaşımını sağlamayı amaçlar. Böylelikle bilgiye, kararlara ve yönetime erişim bir sınıfa, cemaate ya da sermaye grubuna değil; tüm mü’minlere açık olur. Bu şeffaflık ve eşitlik ortamı, hem istişarenin kalitesini artırır, hem de adalet duygusunu güçlendirir.

Bu noktada şûrâ, sadece bir araç değil; doğrudan bir amaç hâline gelir. Çünkü yönetişimin meşruluğu, sonuçların doğruluğundan çok, sürecin adilliğine bağlıdır. Hz. Peygamber’in uygulamaları da bunu göstermiştir: Uhud Savaşı gibi stratejik karar anlarında, sonuçlar ne kadar zorlu olursa olsun, süreçteki şûrâ esas alındığı sürece ilahî rızaya aykırılık söz konusu olmamıştır.

Günümüzde bu ilkelerin pratiğe aktarımı, farklı mahalle meclisleri, cemaat içi karar grupları, kooperatif yapılar ve müşterek üretim alanları üzerinden mümkündür. Şûrâ ilkesine dayalı bu yapılar, sadece yönetim değil; aynı zamanda üretim ve tüketim ilişkilerini de adalet ekseninde yeniden inşa eder. Böylelikle toplumsal hayatın bütün alanlarında dikey değil, yatay bağlar kurulur; rekabet değil, dayanışma esas hâline gelir.

Şûrâ'nın bu çok katmanlı yapısı, onun sadece bir İslamî referans değil, aynı zamanda devrimsel bir yönetişim modeli olduğunu gösterir. Bu model, gücü merkezîleştiren değil; dağıtan, yetkiyi yığan değil; paylaşan, bireyi edilgen değil; etkin kılan bir yapıdır. Ve bu yapı, Kur’ân’ın öngördüğü adaletin, özgürlüğün ve hakkaniyetin yaşamsal karşılığıdır.

Son kertede, şûrâ ilkesi, Tevhîdî bir toplumun yalnızca idari değil, aynı zamanda ahlâkî ve varoluşsal temelidir. Bu ilke, beşerî otoritenin sınırlılığını, bireysel sorumluluğun merkezîliğini ve kolektif aklın üstünlüğünü ilan eder. Böyle bir toplumda, kimse “yetkili” olduğu için hükmetmez; herkes, “sorumlu” olduğu için birlikte karar alır. Ve işte bu yapı, Kur’ân’ın vadettiği huzur, adalet ve özgürlüğün inşasında şûrânın yerini vazgeçilmez kılar.

Bu bağlamda, şûrâ ilkesi yalnızca yönetimsel bir araç değil, aynı zamanda bir medeniyet inşa ilkesidir. Zira şûrâ, insanın yaratılıştan gelen akıl ve vicdan yetkinliğini merkeze alarak, onun sadece yönetime değil, bilgiye, üretime ve değer inşasına da katılımını mümkün kılar. Tevhîdî düşüncenin bu temel taşı, kulluğun yalnızca Allah’a ait olduğu bir sistemde, hiç kimsenin “ilahî” yetkiyle hareket edemeyeceğini, dolayısıyla herkesin hesap verebilir olduğunu açıkça ortaya koyar.

Şûrâ, bu haliyle aynı zamanda disiplinli bir özgürlük anlayışını temsil eder. Yani keyfîliğin değil, ortak akla dayalı sorumluluğun ve ilahî hudutlara riayetle şekillenmiş hürriyetin adıdır. Böyle bir sistemde, bireyin hakları cemiyetin ortak yararıyla dengelenir; ancak bu denge, yukarıdan aşağıya bir tahakkümle değil, yatay istişare ve rızayla kurulur. Bu da Tevhîdî Agorizm’in “zorlayıcı olmadan düzenli, denetleyici olmadan ahlaklı” bir toplum hedefini ete kemiğe büründürür.

Ayrıca şûrâ ilkesi, yalnızca istişare edilenlerin değil, dinlenenlerin de toplumun asli unsuru olduğunu kabul eder. Kadınlar, gençler, yoksullar, azınlıklar ve marjinaller; şûrâ zemininde yalnızca temsil edilmekle kalmaz, aynı zamanda toplumsal hakikatin şekillenmesinde söz sahibi olurlar. Bu yönüyle şûrâ, sadece bir idare biçimi değil; bir hakikat üretim usûlü, bir kolektif bilinç tarzıdır.

Şûrânın yokluğunda ortaya çıkan çarpık yapıların ise neye dönüştüğü tarih boyunca açıkça görülmüştür. İstibdat, biat kültürü, kast sistemleri, ruhban hiyerarşisi, etnik asabiyetler ve teknokratik sınıflar; hepsi şûrâ ilkesinin terk edildiği yerlerde filizlenmiş, İslam’ın özündeki adalet ve merhamet ilkelerini boğmuştur. Bu nedenle şûrâ ilkesinin yeniden ihyası, yalnızca ideal bir hedef değil; aynı zamanda tarihsel bir sorumluluktur.

Bu sorumluluğu yüklenen bir toplum, yalnızca kendi iç düzenini adalet üzere kurmakla kalmaz; aynı zamanda zulümle inşa edilmiş küresel sistemlere de alternatif sunar. Çünkü şûrâ, kapitalist piyasa anarşisinin, otoriter devlet aygıtlarının ve elitist bilgi tekellerinin karşısında; kolektif aklın, adaletli üretimin ve rızaya dayalı düzenin savunusudur. Bu bağlamda şûrâ, yalnızca İslamî bir değer değil, insanlığın ortak kurtuluş reçetesi hâline gelir.

Özetle; şûrâ ilkesi, Tevhîdî bir toplumun ontolojik, epistemolojik ve siyasal temelidir. Şûrâsız bir toplumda ya diktatörlük vardır ya da kaotik parçalanma. Oysa şûrâ, özgürlük ile birlik, birey ile cemiyet, sorumluluk ile hakikat arasında Kur’ânî bir denge kurar. Ve bu denge, yalnızca ilke bazında değil, eylem planında da yaşamsallaştırıldığında; yeryüzünde Allah’ın murad ettiği adalet, rahmet ve huzur tesis olunabilir.

Dolayısıyla şûrâ, yalnızca bir yönetişim modeli değil; bir ibadet biçimi, bir iman pratiği, bir özgürleşme aracıdır. Tevhîdî Agorizm, bu kutsal ilkenin bütün toplumsal alanlara yayılmasını, bir siyasal hedef değil; bir tevhid mükellefiyeti olarak kabul eder. Ve her mü’min, bu şûrâ çağrısını yalnızca duymakla kalmamalı; onu kendi hayatında, mahallesinde, cemiyetinde ve ümmet ölçeğinde kurucu bir görev olarak üstlenmelidir.


4. Hilafet Kurumu: Siyasal Bir Modelin Dönüşümü

Kur’ân’da “halife” terimi bireylere ya da soy zincirlerine değil, insana genel bir sorumluluk tanımı olarak kullanılır (Bakara, 2/30). Hz. Ebû Bekir’in halifeliği bu bağlamda, vahyî bir görevlendirme değil, toplumun istişaresi sonucu ortaya çıkan pratik bir çözümdür. Bu durum, yöneticilerin atama değil rızaya dayalı olması gerektiğini teyit eder.

Ancak daha sonra Emevî ve Abbâsî yönetimleri, bu kurumu kalıtsal monarşiye dönüştürmüş; bu da tevhid ile çelişen bir kutsal otorite mitolojisi üretmiştir. Kur’ânî bir ilke olmayan bu gelişme, siyasetin dinî meşruiyetle manipüle edilmesinin ilk örneklerinden biridir.

Hilafetin bu tarihsel evrimi, yönetişimin temelinde yer alması gereken şûrâ ve rıza ilkelerinin zamanla terk edilerek yerine otoriter ve soy temelli bir iktidar yapısının inşa edildiğini gösterir. Oysa ki Hz. Ebû Bekir’in kendisi dahi, göreve gelişini meşrulaştırmak için “Ben en iyiniz değilim; ancak bana yardımcı olun” diyerek mutlak otorite iddiasını reddetmiştir. Bu yaklaşım, Kur’ân’ın emrettiği gibi yönetimin ilahî bir ayrıcalık değil, halkla yapılan bir emânet ve mesuliyet akdi olduğunu ortaya koyar.

Emevîlerle başlayan ve Abbâsîlerle kurumsallaşan bu hilafet modeli ise halkın rızasına değil; güç, soy ve zorbalık esasına dayanmıştır. “Zorla biat” uygulamaları, siyasi muhalefetin şiddetle bastırılması ve meşruiyetin soyla temellendirilmesi gibi uygulamalar, hilafetin artık Kur’ânî bir model olmaktan çıkıp, dünyevî tahakküm araçlarına dönüştüğünü açıkça gösterir. Bu süreçte, hilafet yalnızca bir yönetim biçimi değil; aynı zamanda dinsel meşruiyet üzerinden hükmetmenin ideolojik aygıtı hâline gelmiştir.

Bu durumun en belirgin sonucu, yöneticilerin “Allah adına hükmettiği” iddiasının doğmasıdır. Oysa bu, “Hüküm yalnızca Allah’a aittir” (Yûsuf, 12/40) ilkesine açık bir aykırılık teşkil eder. Tevhid, yalnızca bireyin değil, toplumun da Allah’tan başkasına boyun eğmemesini şart koşar. Dolayısıyla halifelerin ilahî vekil gibi sunulması, toplumsal kulluğun beşerî otoritelere devredilmesi anlamına gelir ki bu, tevhid inancının özüne yapılan en büyük tahriflerden biridir.

Hilafet kurumunun bu şekilde mutlaklaştırılması, zamanla Müslüman toplumlarda sorgulanamaz liderlik, ruhban tipi ulema sınıfı ve kutsallaştırılmış devlet anlayışının da önünü açmıştır. Siyasal iktidar, artık ümmetin maslahatını gözeten bir hizmetten ziyade; Allah adına yönetme iddiasıyla meşrulaştırılmış bir tağûtî yapıya dönüşmüştür.

Bu sebeple Tevhîdî Agorizm, hilafeti dinî bir emir olarak değil; tarihsel ve siyasal bir model olarak değerlendirir. Bu modelin başlangıçta istişareye dayalı olması, onun Kur’ân’a daha yakın olduğunu gösterse de; zamanla geçirdiği dönüşüm, tevhid ilkesine bütünüyle aykırı bir hiyerarşik tahakküm yapısına evrilmiştir.

Dolayısıyla bugün hilafetin yeniden ihyası çağrıları, tarihsel gerçeklikten ziyade nostaljik ve romantik bir idealizme dayanmaktadır. Esas olan, Kur’ân’ın öngördüğü şûrâ, adalet ve rıza temelli toplumsal sözleşmeyi yeniden inşa etmektir. Halifelik adı altında mutlak bir merkeziyetçiliğin ya da teokratik vesayetin yeniden üretilmesi değil; her bireyin eşit söz hakkına sahip olduğu, kolektif akla dayanan bir toplumsal düzenin kurulmasıdır.

Bu anlayış, hilafet kurumunu reddetmek değil; onu tevhid ilkesi ekseninde yeniden sorgulamak anlamına gelir. Çünkü İslam’da kutsallık yalnızca Allah’a aittir; hiçbir makam, soy ya da unvan, mutlak itaat talep edemez. Bu sebeple, Tevhîdî bir toplumda hilafet değil, müşterek akıl ve sorumluluğa dayalı yatay yapılar meşrudur. Ve bu yapıların temeli, Kur’ân’ın gösterdiği üzere, yalnızca şûrâ, adalet ve rızadır.

Bu çerçevede, hilafetin yeniden yorumlanması, tarihsel formların tekrarı değil; Kur’ânî ilkelerle uyumlu, yeni bir toplumsal örgütlenmenin inşası anlamına gelir. Çünkü İslam’ın vadettiği adalet ve özgürlük, mutlak bir liderliğin etrafında şekillenen tek merkezli yapılarla değil; şûrâya dayalı, çoğulcu ve sorumluluk esaslı modellerle mümkündür. Tevhîdî Agorizm’in hilafet meselesine yaklaşımı da tam olarak bu noktada devrimcidir: tarihsel biçimleri kutsamak değil, onları ilkelere göre yeniden değerlendirmektir.

Bununla birlikte, hilafetin mutlaklaştırılması sadece siyasal sonuçlar doğurmamış; aynı zamanda Müslüman toplumların bilgi üretim biçimlerini de etkilemiştir. Hilafetin kutsal kabul edildiği bir ortamda, ona itaat bir iman meselesine dönüştüğü için, eleştirel düşünce, içtihat ve muhalefet ya bastırılmış ya da marjinalize edilmiştir. Bu durum, ilmin yerini resmî dogmaya, ictihadın yerini taklide, özgür düşüncenin yerini ise biat kültürüne bırakmasına yol açmıştır.

Bu yüzden Tevhîdî Agorizm’in hilafet eleştirisi, yalnızca siyasi değildir; aynı zamanda epistemolojik ve kültüreldir. Hakikatin tekel altına alınmasına, yorumun resmîleştirilmesine ve bilginin tahakküm aracına dönüşmesine karşı durur. Gerçek bir İslami dirilişin, yalnızca yönetim biçimini değil; bilgi üretimini, dini yorumlama biçimlerini ve toplumsal örgütlenmeyi de kökten sorgulaması gerekir.

Aksi hâlde, “hilafet” adı altında kurulacak her yeni yapı; tarihî hataları yeniden üretmekten, otoriteyi kutsamaktan ve özgürlük alanlarını daraltmaktan öteye geçemez. Oysa Kur’ân’ın sunduğu ufuk, belirli bir modelin kalıplaştırılması değil; temel ilkeler üzerinden sürekli bir toplumsal yenilenmeyi esas alır. Bu ilkeler ise açıktır: Tevhid, adalet, şûrâ, emaneti ehline verme, ve zorbalığa karşı sorumluluk bilinci.

Sonuç olarak, hilafet üzerine yapılan her tartışma, aslında otoriteyle olan ilişkimizi yeniden gözden geçirme imkânıdır. Bu bağlamda Tevhîdî Agorizm, hilafeti bir otorite simgesi olarak değil, geçmişteki bir toplumsal denemenin olumlu-olumsuz tecrübeleri üzerinden ders çıkarılması gereken tarihsel bir vaka olarak değerlendirir. Esas olan, Kur’ân merkezli bir adalet ve özgürlük düzeninin inşasıdır — bunun adı ister hilafet, ister meşveret meclisi, isterse müşterekler şûrâsı olsun, önemli olan içeriktir; biçim değil.

Ve bu içerik, Allah’tan başka kimseye mutlak itaat etmeyen, tahakkümü değil dayanışmayı, biatı değil istişareyi, kutsanmış liderliği değil, kolektif aklı esas alan bir toplumdur. Kur’ân’ın öngördüğü model budur — ve bu modelin çağdaş karşılığı, şûrânın, karşı-ekonominin, özgürlük temelli müşterek hayatın inşasında aranmalıdır. Tevhîdî Agorizm’in inşa çabası da tam olarak bu yolda, geçmişin zincirlerini kırarak, ilahi ilkelerle geleceğe yürüyen bir toplum tahayyülüdür.


5. Değer ve Üstünlük: Takvânın Kamusal Anlamı

Kur’ân’ın insanlık tanımı, farklılıkların ontolojik değil, toplumsal bir tanışıklık vesilesi olduğunu söyler:

“Sizi halklar ve kabileler hâlinde yarattık ki tanışasınız.” (Hucurât, 49/13)

Ardından gelen ayet:

“Allah katında en üstün olanınız, en takvâlı olanınızdır.”

buradaki üstünlük, ölçülebilir veya kamusal olarak tespit edilebilir bir üstünlük değil, yalnızca Allah tarafından bilinebilecek bir niteliktir. Bu nedenle toplumsal roller, unvanlar, doğuştan gelen statüler mutlak bir otoriteye dönüşemez.

Toplumda ilmî, ahlâkî ya da yönetsel roller oynayan kimselerin konumu, bir sorumluluk ve hesap verme konumu olarak değerlendirilmelidir. Hiçbir birey, kendi takvâsını toplumsal tahakküm aracına dönüştüremez.

Bu noktada takvâ, bireyin iç dünyasına ait bir hal olmaktan çıkarak, toplumsal yapının adaletle işlemesini sağlayan bir ilkeler dizisine dönüşür. Tevhîdî bir toplumda üstünlük iddiası, doğrudan sorgulanması gereken bir haksızlıktır. Zira üstünlük, görünüşteki başarı, zenginlik, soy ya da dini unvanla ölçülemez. Bu tür üstünlük formları, çoğu zaman toplumda ayrıcalıklar üretir ve adaleti zedeler.

Kur’ân’ın sunduğu takvâ temelli eşitlik anlayışı, hiyerarşiye değil sorumluluğa dayanır. Bu anlayışta öne çıkan her birey, sahip olduğu bilgi, yetenek veya konum sebebiyle değil; adaletli oluşu, sorumluluk bilinci ve topluma karşı duyduğu tevazuu ile kıymetlidir. Gerçek bir takvâ sahibi, kendisini toplumun üzerine çıkarmaz; aksine daha fazla hizmetle, daha fazla hesap verme isteğiyle yaşar.

Bu bağlamda Tevhîdî Agorizm, toplumsal ilişkilerde takvâyı; otoritenin meşruiyet kaynağı olarak değil, sınırlayıcı ve denetleyici bir etik ilke olarak konumlandırır. Hiç kimse “ben daha takvâlıyım” diyerek yönetme hakkı elde edemez. Zira takvâ, kamusal bir üstünlük gerekçesi değil; bireyin Allah ile olan ilişkisine ait mahrem ve görünmez bir boyuttur. Ve bu boyut, beşerî ölçülerle değerlendirilip politik bir ayrıcalığa çevrilemez.

Bu anlayışla inşa edilen bir toplumda, görevler liyakatle verilir; ama bu liyakat, dünyevî kazanımların değil, emaneti ehline verme ve sorumluluğu adaletle taşıma ilkesine dayanır. Her görev, bir nimet değil, bir imtihan olarak görülür. Bu yüzden Tevhîdî bir toplumda öne çıkan kişi, alkışla değil; murakabe ile, övgüyle değil; denetimle karşılanır.

Kur’ân’ın ifadesiyle “en üstün olan en takvâlı olandır” ilkesi, aynı zamanda toplumsal eşitliği ilahî temele bağlayan devrimci bir beyandır. Bu ilkeye göre toplumda hiç kimse doğuştan gelen bir ayrıcalıkla hareket edemez. Irk, soy, servet, cinsiyet ya da makam üstünlük sebebi değil; adalet, merhamet ve sorumluluk ölçüsüdür.

Bu nedenle Tevhîdî Agorizm’in inşa ettiği toplumsal modelde, liderlik veya rehberlik makamları; halk tarafından belirlenen, şûrâya tabi olan ve her zaman geri çağrılabilir nitelikte geçici sorumluluklardır. Bu makamlarda bulunan kişilerin tek meşruiyeti, toplumsal rızadır; kendilerini “takvâ sahibi” ilan ederek değil, tevazu içinde halkla birlikte yaşayarak bu meşruiyeti koruyabilirler.

Sonuç olarak, Kur’ân’da takvâ temelinde kurulan değer anlayışı, toplumda tahakkümü değil, eşitliği; ayrıcalığı değil, sorumluluğu; hükmetmeyi değil, hizmet etmeyi öne çıkarır. Bu anlayış, sadece İslamî değil, evrensel bir adalet vizyonudur. Ve bu vizyon, ancak takvânın bireylerin iç dünyasında kalmayıp, sosyal ilişkilerde zulmü ve kibri önleyen bir bilinç hâline gelmesiyle hayata geçebilir. Tevhîdî Agorizm de bu adalet bilincinin, bütün hiyerarşileri kıran bir yaşam ahlâkına dönüşmesini hedefler.


Sonuç: Tevhidî Düzende Otoritenin Reddi

Tevhid, sadece bir inanç ilkesi değil, aynı zamanda toplumsal adaletin ve özgürlüğün teminatı olan bir siyasal doktrindir. Tevhîdî Agorizm, bu ilkeyi merkeze alarak, yukarıdan dayatılan hiyerarşik yapılar yerine yatay, katılımcı, rızaya dayalı ve şûrâ esaslı bir toplumsal örgütlenmeyi önerir. Devletin merkezî otoritesi ya da dinî kurumların tahakkümü, bu ilkelerle çelişir.

Dolayısıyla, İslâmî tevhid anlayışı ile modern ya da tarihsel hiyerarşik yapılar arasında uzlaşmaz bir gerilim vardır. Gerçek özgürlük, yalnızca Allah’a kullukta, yani beşerî otoritelere karşı özgürleşmede mümkündür.

Bu özgürlük çağrısı, Kur’ân’ın ilk muhataplarından günümüz mü’minlerine kadar uzanan kesintisiz bir inkılâbî mirastır.


24 Haziran 2025 Salı

Adem-i merkeziyetçilik hakkında...

 

Bir Müslüman Neden Tevhîdî Agorist Olmalıdır? Anarko İslam'ın Külliyatı


Giriş

İslam, yalnızca bireysel ibadetlerden ibaret değildir. Aynı zamanda adaletin, özgürlüğün, yardımlaşmanın ve sömürüye karşı direnişin temelini oluşturur. Bugün modern kapitalist düzen, zulüm, faiz, tekelcilik ve merkezi otoriteyle hayatlarımızı kuşatmışken; bir Müslümanın bu düzene karşı duruşu da yalnızca itirazla sınırlı kalmamalı, pratik bir alternatif sunmalıdır. İşte bu noktada Tevhîdî Agorizm, Kur’an’ın ruhuna uygun bir yaşam ve mücadele biçimi olarak karşımıza çıkar.


1. Tevhîd: Sadece Allah'a Boyun Eğmek

Tevhîd, İslam’ın kalbidir. Tevhîd, sadece ibadetlerde değil; otorite, iktisat ve sosyal ilişkilerde de yalnızca Allah’ı meşru kaynak kabul etmektir.

"Hüküm yalnız Allah’ındır."
(Yusuf, 12/40)

Bu ayet, otoriteyi Allah’a has kılar. Modern devlette ise yasa koyucu otorite devlettir. Bu nedenle bir Müslümanın devlete mutlak bağlılığı, pratikte Allah’a şirk koşmak anlamına gelir. Tevhîdî Agorizm, devleti reddederek yalnızca Allah’ın hükmünü kabul eden bir yaşam formudur.

Bu ayet, yalnızca bireysel inanç düzeyinde değil, aynı zamanda toplumsal düzenin nasıl kurulması gerektiği konusunda da yönlendiricidir. Çünkü bir toplumda kanun koyma yetkisi kimdeyse, o toplumda ilahlık iddiası ona verilmiş demektir. Bu yüzden Kur’an, hem bireyin hem toplumun “yalnız Allah’a kulluk” ilkesine göre inşa edilmesini ister.

Modern ulus-devlet sistemi, yasaları meclisler, mahkemeler ve anayasa mahfilleri aracılığıyla belirler. Bu yapılar çoğunlukla sekülerdir ve hükmünü beşeri akla, milli iradeye ya da ideolojik mutabakatlara dayandırır. Oysa bir Müslüman için mutlak bağlanılması gereken tek kaynak vahiydir. Yasaların meşruluğu, kaynağını Allah’tan almadıkça İslâmî açıdan geçersizdir.

Bu noktada bir tercih zorunluluğu ortaya çıkar: ya Allah’ın hükmü ya da beşerî otoritenin hükümleri. Tevhîdî bir Müslüman için bu tercih açıktır. Çünkü Kur’an, yalnızca Allah’ın hükmüne başvurmayı bir iman göstergesi sayar:

"Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem kılmadıkça, sonra da verdiğin hükümden içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen teslim olmadıkça, iman etmiş olmazlar."
(Nisâ, 4/65)

Bu ayet, hakemlik yani yargı hakkının sadece Allah’ın elçisine (ve dolayısıyla vahye) ait olduğunu beyan eder. O hâlde bir Müslümanın laik hukuk sistemine kayıtsız şartsız itaat etmesi, Tevhîd’e aykırı bir bağlılıktır.

Tevhîdî Agorizm, bu teslimiyetsizliği reddeder. Devletin meşruluğunu tanımayan, onu Allah’ın hükmünün karşısında tâğuti bir yapı olarak gören bir duruşu ifade eder. Sadece ibadet alanında değil; alışverişte, mahkemede, mülkiyette ve toplumsal sözleşmede de Allah’tan başkasını hakem tanımaz.

Bu nedenle Tevhîdî Agorizm, bir siyasi görüşten ibaret değildir; bu, Tevhîd’in hayattaki mutlak uygulanışıdır. Bir Müslüman, Allah’tan başkasına kulluk etmeyeceğine söz verdiyse, bu sözü yalnızca secdede değil, çarşıda, pazarda, mahkemede ve komşuluk ilişkilerinde de yerine getirmekle mükelleftir.


2. Zulme Karşı Direniş: Tâğuta İsyan

Kur’an, mü’minleri zalim düzene karşı pasif olmamaya çağırır. Tâğut; Allah’ın dışında hüküm veren, zulmeden her otoritedir.

"Tâğutu inkâr edip Allah’a iman eden kimse, kopmayan sağlam bir kulpa tutunmuştur."
(Bakara, 2/256)

Tevhîdî Agorizm, tâğuti düzenin (faiz sistemi, vergi zorbalığı, devlet tekelciliği) dışında alternatif bir ekonomi ve toplum kurmayı hedefler. Bu, Kur’an’ın tâğutu reddetme çağrısının somut bir pratiğidir.

Tâğut, sadece putlara tapınma ile sınırlı bir kavram değildir. Kur’ân’da tâğut, Allah’ın hükmünü tanımayan, zulmeden ve insanları Allah’tan uzaklaştıran her türlü otorite, sistem ve liderlik biçimi için kullanılır. Modern anlamda bu; zorla vergi toplayan, halkı faiz ve borç ekonomisine mecbur bırakan, mallara el koyan, kimin neyi üretip satabileceğine karar veren ve bireyin özgürlüğünü gasp eden her tür merkezi otoriteyi kapsar. Bu sistem ister bir krallık, ister bir cumhuriyet, isterse sözde demokratik bir devlet biçiminde olsun, eğer Allah’ın hükümlerine göre yönetilmiyorsa tâğutîdir.

Kur’ân, mü’minin yalnızca Allah’a inanmasını yeterli görmez; aynı zamanda tâğutu açıkça reddetmesini emreder. Çünkü bir düzenin hem Allah’a hem tâğuta hizmet etmesi mümkün değildir. Allah’ın hükmü ile tâğutun hükmü arasında uzlaştırma yapılmaz. Tâğutun inkârı, pasif bir uzak duruş değil; aktif bir yüz çevirmeyi ve reddedişi ifade eder. Bu sebeple, “tâğutu inkâr” eden kişi, aslında sadece bâtıla değil, onun tüm pratik kurumlarına (zorlayıcı yasa, tekeller, devlet tekelleri, faiz kurumları, bürokrasi vs.) karşı bir hayat tarzı geliştirmek zorundadır.

Tevhîdî Agorizm, bu inkârı yalnızca sözde bırakmaz; onun yerine pratiğe dayalı alternatif bir yaşam biçimi önerir. Devletin ve tekellerin kontrolündeki piyasalara katılmak yerine, bireyler arasında doğrudan, rızaya dayalı, aracı ve vergi kurumlarını dışlayan mübadele ağları kurmayı hedefler. Bu ağlar sadece bir ticaret biçimi değil; aynı zamanda bir itaatsizlik biçimidir. Yani Tevhîdî Agorist, yalnızca "devlet yanlış yapıyor" demez; devlete rağmen ve devlete rağmen ayakta kalan bir toplumsal alternatif inşa eder.

Çünkü Kur’ân, zulme rıza göstermeyi, bizzat zulmün bir parçası olarak tanımlar:

“Zulmedenlere meyletmeyin; yoksa size de ateş dokunur.”
(Hud, 11/113)

Bu ayet açıkça gösterir ki, zulüm düzenine yalnızca destek vermek değil, tarafsız kalmak bile bir çeşit suç ortaklığıdır. Zulüm karşısında susan, onu reddetmeyen, onun dışında bir hayat kurmayan, eninde sonunda zulmün bir parçası olur.

Bu nedenle Tevhîdî Agorizm, tâğutun sadece eleştirisini değil; onunla kopuşun örgütlü halini temsil eder. Bu da yalnızca ekonomik değil, ahlâkî ve imanî bir görevdir. Her mü’min, Allah’a hakkıyla iman etmek istiyorsa, zulüm düzenine karşı alternatif bir cemaatin, bir topluluğun, bir yaşam biçiminin içinde yer almalıdır.

İşte Tevhîdî Agorizm, bu cemaatleşmenin adıdır: tâğuta boyun eğmeyen, rızıkta Allah’a güvenen, kendi arasında adaleti tesis eden, devletten bağımsız ama kaostan da uzak bir ümmet özlemi…


3. Karşı-Ekonomi: Rızkın Helâl Yollardan Aranması

Kur’an, insanların mallarını haksız yollarla yememelerini ve aldatıcı ticaretten kaçınmalarını emreder.

"Ey iman edenler! Karşılıklı rızaya dayalı ticaret dışında, mallarınızı aranızda haksız yollarla yemeyin."
(Nisa, 4/29)

Kapitalist sistemde çoğu kazanç, faiz, spekülasyon ve sömürüye dayanır. Tevhîdî Agorizm, devletin ve kapitalist tekellerin dışında kalan, doğrudan rızaya dayalı, adil bir mübadele sistemini savunur. Bu, İslam’daki helal kazancı hedefler.

Kapitalist sistemin dayandığı temel prensip, “maksimum kâr”dır. Bu prensip, zamanla ahlâkı, vicdanı ve hakkaniyeti piyasadan dışlamış; yerine faizle zenginleşenleri, başkasının emeği üzerinden yükselenleri koymuştur. Bu sistemde üretici emeğinin karşılığını alamaz; aracı, komisyoncu, banker, tekelci ve vergi toplayan devlet aygıtı arasında ezilir. Oysa Kur’an, kazancı sadece rızaya ve adalete dayandırır; rızıkta meşruiyeti bu ilkeye bağlar.

"Allah alışverişi helal, faizi haram kıldı."
(Bakara, 2/275)

Bu açık hüküm, rızkın helâl yollardan temin edilmesi gerektiğini belirtir. Faiz ve spekülasyonun temelini oluşturduğu modern finans sistemi, bu yönüyle hem ekonomik hem de imanî bir tehdit hâline gelmiştir. İnsanlar borçlandırılır, sonra bu borç “hukuken” meşrulaştırılır. Oysa Kur’an, borç üzerinden kazancı değil, üretime ve emeğe dayalı ticareti teşvik eder.

Tevhîdî Agorizm’in önerdiği karşı-ekonomi; yani sistem dışı, devlet kontrolü ve sömürüsünden azade alışveriş biçimi, işte bu ayetlerin pratikteki karşılığıdır. Burada ticaret, iki tarafın karşılıklı rızasına dayanır. Arada devletin vergi zorbalığı, bankaların faiz zinciri, tekellerin fiyat manipülasyonu, zorunlu lisanslar ya da bürokratik engeller yoktur. Sadece insanın insanla, mü’minin mü’minle yüz yüze, gönül gönüle yaptığı bir mübadele vardır.

Karşı-ekonominin özü, mü’minlerin rızıklarını Allah’tan bilerek, aralarındaki dayanışmayı ve adaleti önceleyerek kazanç elde etmeleridir. Bu, modern kapitalist zihniyeti alt eden, onunla çelişen bir ekonomi anlayışıdır. Devletin "kayıtlı ekonomi" dediği şey, aslında zulmün kayıt altına alınmasıdır. Oysa Kur’an, sadaka gibi doğrudan yardımlaşmayı ve zekât gibi topluluk içi yeniden dağıtımı önerirken hiçbir şekilde bir "devlet aracılığı" şart koşmaz.

"İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır."
(Necm, 53/39)

Bu ayet de gösterir ki, helal kazanç bireyin emeğine bağlıdır. Aracının, bankanın, devletin veya tekelin dayattığı hiçbir “hak” Kur’an’a göre meşru değildir. Tevhîdî Agorizm, bu nedenle, mü’minleri yeniden emeğe, üretime ve doğrudan toplumsal paylaşıma çağırır. Aracıyı ortadan kaldırmak, rızkı doğrudan helal kanallardan kazanmak ve bu kazancı ümmet bilinciyle bölüşmek—işte karşı-ekonominin ve helâl kazancın özü budur.

Sonuç olarak; bir Müslümanın kendisini modern kapitalist ağlardan soyutlaması, yalnızca bir tercih değil, bir iman meselesidir. Çünkü rızkı helal yoldan aramak, Allah’a güvenmenin ve kulluk bilincinin bir parçasıdır. Tevhîdî Agorizm bu güveni ve kulluğu toplumsallaştıran, helâl kazancı kolektif bir direnişe dönüştüren bir yoldur.


4. Yetimlerin, Mazlumların ve Fakirlerin Yanında Olmak

Kur’an, toplumsal adaleti gözetmeyi ve yoksulun hakkını gözetmeyi emreder.

"Yetimi itip kakar, yoksulu doyurmaya teşvik etmez."
(Maûn, 107/2-3)

Devlet destekli neoliberal sistemde yoksulluk sürekli üretilir. Tevhîdî Agorizm, toplumun en alt tabakalarını koruyan, onları ekonominin öznesi kılan dayanışmacı bir düzendir. Mahalle tabanlı kooperatifler, sadaka ekonomisi değil; onurlu, üretken bir yaşam sunar.

Modern kapitalist sistemde yoksulluk, bireysel tembelliğin değil; yapısal adaletsizliğin ürünüdür. Zenginlik belli ellerde birikirken, yoksulluk yaygınlaştırılır. Devlet, görünürde sosyal yardımlarla fakire el uzatıyor gibi görünse de, bu yardımlar çoğunlukla sistemin kendini aklama biçimidir. Sadakaya muhtaç hâle getirilen halk, bu yardımlarla itaat etmeye mecbur bırakılır. Neoliberal politikalarla önce istihdam olanakları yok edilir, ardından “sosyal devlet” adı altında sadaka temelli politikalarla halk bağımlılaştırılır.

Kur’an ise, yoksulun sadece “doyurulmasını” değil, onun yanında durulmasını, hakkının savunulmasını ve üretken bir özne hâline getirilmesini emreder. Maûn Suresi, dini yalanlayanların en temel özelliğini “yetimi itip kakmak” ve “yoksulu doyurmaya teşvik etmemek” olarak tanımlar. Bu, İslam’ın adalet anlayışında zayıfın korunmasının ne kadar merkezi bir yer tuttuğunun göstergesidir.

Tevhîdî Agorizm, yoksulluğu pasif bir yardımla çözmeye çalışmaz. Tam tersine, yoksulun üretken bir birey, onurlu bir katılımcı olarak yer aldığı ekonomik örgütlenmeler inşa etmeyi amaçlar. Mahalle temelli kooperatifler, ortak üretim ve takas sistemleri, yoksulu sadece “yardım edilmesi gereken bir nesne” olmaktan çıkarır; onu toplumun öznesi hâline getirir. Bu, sadaka kültüründen farklıdır; bu, infak kültürüdür. Sadaka yukarıdan aşağıya verilir; infak ise eşitler arası paylaşmadır. İnfak, müminin malını kardeşiyle ortaklaştırmasıdır. Ve bu, Kur’an’da sıkça emredilen bir dayanışma biçimidir:

“Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça asla iyiliğe erişemezsiniz.”
(Âl-i İmrân, 3/92)

Tevhîdî Agorist cemaatler, bu anlayışla; mallarını, üretim araçlarını ve imkânlarını yoksulla paylaşarak sadece fakirin karnını doyurmaz, onun ekonomik bağımsızlığını da inşa eder. Devletin “yardım programları” değil, müminlerin omuz omuza verdiği adil paylaşım ağlarıdır burada söz konusu olan.

Ayrıca, Tevhîdî Agorizm yoksulun onurunu gözetir. Çünkü İslam’da fakirlik bir ayıp değil; fakiri hor görmek ayıptır. Ve Tevhîdî Agorist sistemde hiç kimse bir diğerinden “aşağıda” değildir. Herkes Allah’a karşı eşittir; bu eşitlik, piyasada da, üretimde de geçerlidir. Zengin-fakir ayrımı; gücün değil, dayanışmanın konusu hâline gelir.

Bu sebeple, bir Müslüman yoksulun yanında durmak istiyorsa, bu yalnızca duayla ya da sadakayla değil; onunla birlikte alternatif bir ekonomi kurarak mümkün olur. Tevhîdî Agorizm, bu alternatifin adıdır. Hem ahlâkî, hem iktisadî, hem de toplumsal bir duruştur. Ve bu duruş, ancak Allah için verildiğinde gerçek anlamını bulur:

“Allah yolunda harcayın, kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın.”
(Bakara, 2/195)

Yoksullar için infak etmemek, yalnızca onları değil; bütün toplumu tehlikeye atmaktır. Zira adaletin olmadığı yerde huzur da olmayacaktır. Bu yüzden Tevhîdî Agorist bir Müslüman, infakla sadece malını değil, düzenin zulmünü de ortadan kaldırmayı amaçlar.



5. Faizsiz ve Sömürüsüz Bir Ekonomi: Riba’ya Karşı Durmak

"Allah alışverişi helal, faizi haram kıldı."
(Bakara, 2/275)

Faiz, kapitalist ekonominin temelidir. Devlet bankaları ve özel sermaye faiz yoluyla serveti yukarıya taşır. Tevhîdî Agorizm, faizsiz iktisadî ilişkiler kurar; bireylerin birbirine doğrudan güvenle borç verdiği, ortak üretim yaptığı, riba'dan tamamen arınmış bir toplumsal yapı kurar.

Kur’ân’da faiz (riba), yalnızca bireysel ahlâki bir hata olarak değil; toplumsal düzeni bozan, zulüm doğuran sistematik bir günah olarak tanımlanır. Çünkü riba, emeğin değil, paranın üzerinden kazanç sağlamayı hedefler. Bu da servetin belirli ellerde toplanmasına, zengin ile fakir arasındaki uçurumun büyümesine ve toplumsal adaletin çürümesine neden olur. Allah bu yüzden faizle mücadeleyi çok açık ve net biçimde emreder:

“Eğer (faizi) terk etmezseniz, Allah ve Resulü tarafından size açılmış bir savaş olduğunu bilin.”
(Bakara, 2/279)

Bu ayet, İslâm’da faizli sisteme karşı durmanın sadece ahlâkî bir öneri değil; imani bir zorunluluk ve adeta bir savaş ilanı kadar ciddi bir tavır olduğunu ortaya koyar. Faiz, insanı kula kul yapar; borçlandırır, bağımlılaştırır ve özgürlüğünü elinden alır. Riba’ya dayalı sistem, yalnızca bireyleri değil; köylüleri toprağından, esnafı dükkânından, üreticiyi atölyesinden eder. Çünkü borç, zamanla tüm mülkiyeti el değiştirten bir sömürü aracına dönüşür.

Tevhîdî Agorizm, bu sömürü çarkını reddeder. İslâm’ın faizsiz iktisat ilkelerini yalnızca teoride değil, günlük hayatta ve yerel ekonomide uygulamayı hedefler. Burada kazanç, sermayeden değil; üretimden, ortaklıktan, yardımlaşmadan ve doğrudan mübadeleden elde edilir. Yani para para kazanmaz; insan emeğiyle, alın teriyle kazanır.

Tevhîdî Agorist toplumlarda insanlar, birbirine faizsiz borç verir. İhtiyaç hâlinde mallar, para değil; emek ve takas yoluyla paylaşılır. Hatta bu toplumlar içinde “kâr paylaşımı ortaklıkları” gibi modeller gelişebilir: biri üretimi yapar, diğeri hammaddesini temin eder, biri dağıtımı üstlenir ve sonunda kâr hakkaniyetle bölüşülür. Bu, hem İslam’daki mudarebe ve müşareke gibi ortaklık modellerine, hem de sömürüsüz ekonomiye uygun düşer.

Kapitalist düzende ise finansal sistemin tüm damarları riba ile örülüdür. Devlet bankaları, merkez bankası politikaları, borsa manipülasyonları, kredi kartları ve tüketici kredileri; hepsi insanları borçlandırmak üzerine inşa edilmiştir. Bu, sadece ekonomik bir sömürü değil; aynı zamanda ruhsal bir esarettir. Çünkü borçlanan insan, özgür karar veremez. Tevhîdî Agorist birey ise, Allah’tan başkasına borçlanmaz.

Kur’an, faizi hem yiyeni hem de vereni lanetler:

“Faiz yiyenler, ancak şeytan çarpmış gibi kalkarlar... Allah faizi yok eder, sadakaları ise kat kat artırır.”
(Bakara, 2/275–276)

Bu ilahi uyarı, bize açıkça gösteriyor ki, faizle yükselen hiçbir sistem kalıcı olamaz. Ama sadaka, infak, yardımlaşma ve ortaklık ile kurulan ekonomik düzen hem bereketli hem kalıcıdır. Tevhîdî Agorizm, işte bu ikinci yolu seçer: üretimi çoğaltarak, paylaşımı yayarak ve borçlanmaya değil kardeşliğe dayalı bir ekonomi kurarak…

Sonuçta riba, sadece cebimizi değil; ruhumuzu da zehirler. Onun alternatifi, Tevhîdî bir dayanışma ekonomisidir. Bu sistemde kazanç, sömürüyle değil, bereketle gelir. Ve bu bereketin kaynağı, yalnızca Allah’tır.


6. Zorbalığa Karşı Adaletli ve Yatay Toplum

"Şüphesiz ki Allah, size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emreder."
(Nisa, 4/58)

Devletçi sistemlerde güç, zorbaların elindedir. Bürokrasi, rüşvet ve sınıf ayrıcalığı adaleti imkânsızlaştırır. Tevhîdî Agorizm ise adaleti yatay örgütlenmelerle temin eder. Gücün tabana yayılması, Kur’ân’ın emrettiği “emaneti ehline verme” anlayışıyla örtüşür.

Modern ulus-devlet düzenlerinde “adalet” çoğu zaman sadece bir temenni olarak kalır. Yasalar, güçlülerin lehine yazılır; mahkemeler, ayrıcalıklıları korur. Bürokratik yapı halktan kopuktur, denetlenemezdir ve çoğu zaman halkın değil, sistemin devamlılığı için çalışır. Halk, sadece seçim günü hatırlanır; sonra iradesi, vekillerin ve teknokratların soyut mekanizmalarına teslim edilir. Bu sistem, adaleti değil, itaati üretir.

Oysa Kur’ân’da adalet; yukarıdan aşağıya değil, halkın kendi içinden doğan bir emanet sistemine dayalıdır. “Emaneti ehline vermek”, sadece yöneticilik görevini dürüst bir kişiye vermek değil; toplumun her alanında liyakatin, hakkaniyetin ve şeffaflığın esas alınması demektir. Bu, hem yatay bir yönetim modeli hem de doğrudan halk katılımına dayalı bir organizasyonu zorunlu kılar.

“Şüphesiz ki Allah, size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emreder.”
(Nisa, 4/58)

Bu ayet, iki temel ilkeye dayanır:

  1. Emanetler ehline verilmeli, yani yetki, servet, bilgi, yöneticilik gibi toplumsal sorumluluklar sadece ehil olanlara, liyakat sahiplerine verilmelidir.

  2. Adaletle hükmedilmeli, yani kararlar ve uygulamalar adil, tarafsız ve herkes için erişilebilir olmalıdır.

Tevhîdî Agorizm, bu iki ilkeyi pratiğe döker. Devlet gibi merkezi yapılarla değil; yatay, mahalle temelli, şûraya dayalı örgütlenmelerle işler. Herkesin söz hakkı vardır. Her topluluk, kendi içinden çıkan ehil kişileri seçer; bu kişiler yönetici değil, “emanetçi”dir. Bu, sahabe döneminde uygulanan “istişare esaslı liderlik” modeline dayanır.

Bu yapı içerisinde güç, sadece aşağıdan yukarıya doğru geçicidir. Kimse “yetki sahibi” değildir; sadece belirli bir ihtiyaca cevap vermek üzere geçici sorumluluk alır. Rüşvet, imtiyaz, makam sevdası gibi devletçi sistemin yozlaştırıcı unsurları bu düzende yer bulamaz. Çünkü gücün meşruiyeti halkın rızasından, adaletin ise Allah’ın hükümlerinden gelir.

Tevhîdî Agorist topluluklarda adalet bir mahkeme salonunda değil, hayatın içinde işler. Sorunlar cemaatin içinde, şahitlerin önünde, şûra mantığıyla çözülür. Kimse yargıç değildir; herkes Allah’ın adaleti karşısında eşittir. Böyle bir yapıda kimse dokunulmaz değildir; kimse ayrıcalıklı da değildir.

Unutulmamalıdır ki, zulüm yalnızca zorbalıkla yapılmaz; adaletsizlik karşısında sessiz kalmak da bir zulümdür. Bu nedenle Tevhîdî Agorizm, pasif bir çekilme değil; adil bir toplumsal düzen kurma çabasıdır. Kur’ân’ın ahlâkını kolektif biçimde hayata geçirme teşebbüsüdür.

Çünkü biz biliyoruz ki:

“Allah adaleti, ihsanı ve yakınlara yardım etmeyi emreder. Çirkin işleri, fenalığı ve zorbalığı yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt verir.”
(Nahl, 16/90)

Bu ilahi çağrı, devletlerin anayasa girişlerinden çok daha öte bir toplumsal sözleşmedir. Ve bu sözleşmenin hakkını vermek için, adaletin halkın eline döndüğü, şûraya dayalı, emanete sadık bir toplum gereklidir. İşte Tevhîdî Agorizm, bu gerekliliğe verilen Kur’ânî bir cevaptır.


Sonuç: Tevhîdî Agorizm, Kur’anî Bir Tavırdır

Bugün bir Müslüman yalnızca bireysel ibadetle yetinemez. Sömürüyü, zulmü, tâğutu reddetmeyen bir yaşam, Tevhîd’in pratiğini eksik bırakır. Tevhîdî Agorizm, Müslümanların Kur’ân’a uygun bir alternatif oluşturma sorumluluğunun çağdaş bir ifadesidir.

Müslüman olmak, Allah’tan başkasına boyun eğmemektir. İşte bu yüzden, bizler Tevhîdî Agoristiz.


Marx hakkında...

 Emeğin Tanrısı, Sistemin Zinciri: Marx’a Dostane Bir Eleştiri



Karl Marx… Bir asırdan fazladır, ezilenlerin, emekçilerin ve sistem mağdurlarının dilinde yankılanan büyük bir isim. Fikirleriyle düzeni sarsmış, teorisiyle çağları biçimlendirmiş bir düşünür. Onu okumak, bir tür zihinsel devrim deneyimidir. Fakat onu kutsamak, düşüncenin doğal gelişimini boğar. Ben Marx’a inananlardan değilim ama onun çabalarına saygı duyanlardanım. Ve tam da bu sebeple, burada dostane bir eleştiriyle karşınızdayım.

I. Marx’ın Mücadelesi: Bir Aydın Olarak Onuru

Marx, yalnızca bir ekonomist ya da filozof değildi; aynı zamanda çağının vicdanıydı. Sanayi Devrimi’nin yeni tanrılarla dolu çelik tapınaklarında insanlar birer makineye indirgenirken, Marx o tapınakların içine girip onların kutsal varsayımlarını sorgulayan ilk düşünürlerden biri oldu. Yazdığı her cümle, yaşadığı çağın kahrıyla damgalanmıştı. O, sadece sistemin kurallarını anlamaya çalışan biri değildi; aynı zamanda o kuralların kimleri ezdiğini, kimleri büyüttüğünü ve kimleri görünmezleştirdiğini görebilen nadir bir gözlemciydi.

Kapital, yalnızca bir iktisat kitabı değil, insanlık tarihinin en derin eleştirel metinlerinden biridir. Marx, sermayenin nasıl işlediğini değil, nasıl hükmettiğini; meta ilişkilerinin nasıl üretildiğini değil, nasıl kutsallaştırıldığını anlatır. Artı değer teorisi, yalnızca emek sömürüsünü tarif etmekle kalmaz, aynı zamanda modern zamanların görünmez kölelik biçimini deşifre eder. O, değerin üretim sürecinde çarpıtıldığını, insan emeğinin bir metaya, bir ölçü birimine, bir hesaba indirgenerek insanın bizzat kendisinin metalaştırıldığını göstermiştir.

Marx’ın en büyük gücü, yaşadığı çağın çelişkilerini kişisel bir ahlâkî kaygı ile ele almasıdır. Onun için devrim bir entelektüel fantezi değil, vicdanî bir zorunluluktu. Ezilenlerin acısı, onun için sadece bir “veri” değil; aynı zamanda felsefî bir yıkım sebebiydi. Belki de bu yüzden Marx’ın metinleri yalnızca anlaşılmak için değil; hissedilmek, içe sindirilmek için yazılmış gibidir.

Fakat her büyük teşhis, beraberinde büyük bir tedavi sorumluluğu da doğurur. Marx, hastalığı maharetle teşhis etmiş; kapitalizmin kalbindeki çürümüşlüğü soymuş, onun ideolojik kılıflarını yerle bir etmiştir. Ancak sunduğu çözüm –yani proletarya diktatörlüğü üzerinden komünist toplum– uygulamada çoğu zaman yeni bir tahakküm biçimine dönüşmüş; insanı kurtarmak yerine başka bir sistem içinde sıkıştırmıştır.

Zira bir sistemi anlamakla onu dönüştürmek aynı şey değildir. Marx’ın sistemi anlama biçimi son derece derin ve yapısaldı; fakat dönüşüm önerisi, bazen bu derinliğin gerisinde kalmış, insan doğasının çok katmanlı yapısını yeterince hesaba katmamıştır.

Onun sistem karşıtlığı, sistemin kendisini devlete yüklerken; çözüm olarak da devleti –geçici de olsa– bir devrim aygıtı olarak yeniden kurmayı öngörür. Oysa bu, Marx’ın yıktığı tanrılar yerine yeni putlar dikmekten ibaret olabilir. Devrimciler eski iktidarı yıkar, ama çoğu zaman eski iktidarın yöntemlerini ödünç alarak yenisini kurarlar.

Buna rağmen Marx’ın çabası küçümsenemez. Çünkü o, bugüne kadar süregelen birçok alternatif düşünce akımının önünü açmış, farklı yol ve yaklaşımlar için kapı aralamıştır. Kendi içindeki çelişkilere rağmen, bir aydın olarak onuru, çabası ve samimiyeti inkâr edilemez.

Ve bu nedenle, onu eleştirirken dahi, onu dinlemeye devam etmek gerekir. Çünkü Marx yalnızca “ne yapılmaması gerektiğini” değil; aynı zamanda “ne sorulması gerektiğini” de bize öğretmiştir.

Marx, bir sistemi analiz ederken onu yalnızca parçalarına ayırmadı; onun ruhunu da açığa çıkardı. Kapitalist düzenin yalnız ekonomik değil, aynı zamanda ideolojik, kültürel ve hatta psikolojik bir tahakküm aracı olduğunu gösterdi. Bu, onun devrimci yönteminin yalnızca maddî yapılarla değil; aynı zamanda insan zihniyle, davranış kalıplarıyla, alışkanlıklarla da ilgilendiğini gösterir.

Yine de Marx’ın yapısalcılığı, bazen bireysel iradeyi gölgede bırakır. Onun analizinde, insanlar çoğu zaman tarihsel süreçlerin taşıyıcısı olarak görünür: sınıfların temsilcileri, üretim ilişkilerinin aktörleri, ideolojilerin nesneleri. Oysa birey; sadece konumlanan değil, anlam veren bir varlıktır. Marx’ın devrim anlayışı, bu anlam verme kapasitesini çoğu zaman kolektif bilince indirger. Ama insan, yalnızca sınıfın değil, aynı zamanda manevî arayışın da temsilcisidir.

Bugün bizler, Marx’ın açtığı yolda yürümek zorunda değiliz; ama onun açtığı bakış açısıyla düşünmekle yükümlüyüz. Kapitalizmin çarkları hâlâ dönüyor, yalnızca fabrika dumanlarında değil; algoritmalarda, verilerde, dijital kölelik biçimlerinde. Üretim ilişkileri sanallaşmış olabilir ama sömürü, biçim değiştirmiş bir gerçeklik olarak devam etmektedir.

İşte tam burada Marx’ın çözüm önerilerinin sınırları görünür hâle gelir. Bugünün dünyasında, kapitalizmin merkezî düşmanı sadece mülkiyet yapısı değil; aynı zamanda dağıtılmış otorite, gözetim teknolojisi, gönüllü köleliktir. Yeni tahakküm biçimleri, artık yalnızca patronlarda değil; kullanıcı sözleşmelerinde, reklam algoritmalarında, kimlik politikalarında gizlenir. Bu yüzden eski reçeteler yetmez. Yeni mücadele biçimleri, yeni ahlâkî ilkeler ve daha derin bir varlık anlayışı gerekir.

Ben Marx’ın niyetine inandım; ama yöntemine değil. Onun çağındaki sınıflar keskin ve belirgindi; bugünün sömürü biçimleri ise akışkan, esnek ve daha içselleştirilmiş. Bu yüzden bir ütopya değil; bir direniş tarzı, bir ahlâkî örgütlenme modeli gerekiyor. Tevhîdî Agorizm gibi yeni arayışlar, tam da bu noktada Marx’tan esinlenir ama ona teslim olmaz. Sistem karşıtlığı ile vahiy temelli bir adalet arayışı arasında köprü kurar.

Marx bize “neye karşı çıkmamız gerektiğini” öğretti. Şimdi görevimiz “neyi nasıl inşa edeceğimizi” sormaktır. Onu geçmek, onu silmek değil; onun bıraktığı boşluğu daha hakikatli, daha katılımcı, daha insanca bir dille doldurmaktır.

Ve belki de en fazla şunu unutmamaktır:
Her büyük fikir, kendisinden sonraki itirazların doğumuna vesile olur.

Bu nedenle çağımızın sorusu yalnızca “kapitalizmi nasıl yıkacağız?” değil, aynı zamanda “kapitalizmin dışına nasıl çıkacağız?” sorusudur. Çünkü sistem sadece bir tahakküm biçimi değil; bir düşünme, hissetme ve yaşama biçimi hâline gelmiştir. Artık çelişki yalnız patronla işçi arasında değil, insanın iç dünyasında yaşanmaktadır. İnsan, kendi tüketiminden, kendi konum arzusundan, kendi görsel imgesinden bile soyunmadan bu sistemden çıkamaz.

İşte burada, Marx’ın bıraktığı yerden devam etmek isteyenlerin sıklıkla tökezlediği bir eşiğe geliyoruz: yeni bir toplumu tasarlamakla, yaşanabilir bir topluluğu kurmak aynı şey değildir. Marx bir sistemin analizini büyük bir maharetle sundu, ancak mikro ölçekte, gündelik hayatta, ahlâkî düzlemde bu sistemi nasıl aşacağımıza dair somut modeller bırakmadı. Çünkü o, dönüşümü devrimle, toplumu tarihle, insanı sınıfla açıkladı. Hâlbuki insanın kurtuluşu bazen tarihin dışına çekilmekle, bazen küçük bir pazar yerinde kurulan adil bir alışverişle, bazen de sadece bir sözün tutulmasıyla başlar.

Bu yüzden bugün ihtiyacımız olan şey, yaşamı inkılâp gibi değil, inşa gibi görmektir.

Tevhîdî Agorizm bu inşa fikrini merkeze alır. Devrimi yukarıdan bir yıkım olarak değil, aşağıdan bir kurgu, bir yapı olarak tasavvur eder. Bu yaklaşım, Marx’ın maddî gerçeklik analizini alır; ama onu vahiy merkezli bir ahlâkla yoğurur. İnsan yalnızca üretim yapan bir varlık değil, emanet taşıyan bir varlıktır. Mülk, yalnızca iktisadî bir araç değil; ilâhî bir sınavdır. Takas, yalnızca alternatif bir alışveriş biçimi değil; mülkün şirkten arındırılmış, sadakate dayalı bir formudur.

Biz artık büyük teorilerin ve hazır ütopyaların peşinde değiliz. Bizim ihtiyacımız olan şey, yeryüzünde küçük ama sahici yankılar yaratacak, adaletin önce kalpte, sonra pazarda, sonra toplumda yeşereceği örneklerdir. Yıkılmış sistemlerin küllerinden doğacak olan şey, bir ideoloji değil; bir ahlâkî ekosistem olmalıdır.

Marx bu çağın eleştirisini yaptı. Biz bu çağın şahitliğini yapmalıyız. O sistemin ruhunu teşhir etti. Biz o ruha karşı başka bir nefes üflemeliyiz. O sistemi analiz etti. Biz sistemi terk edenleri bir araya getirmeliyiz.

Ve her terk ediş, aynı zamanda yeni bir doğuştur.
Yalnız kalmış her fikir, bir gün hakikatin sesiyle tekrar can bulur.
Ve her dürüst eleştiri, aslında vefalı bir sadakattir.

Marx’a karşı yazmadım bu satırları — onunla yol ayrımında bir selam verdim.

II. Tarihsel Determinizmin Kırılganlığı

Marx’ın tarih anlayışı “tarihsel materyalizm” üzerine kurulur. İnsanlık tarihi, üretim araçlarının gelişimine bağlı olarak aşamalarla ilerler: İlkel komünal → kölecilik → feodalizm → kapitalizm → sosyalizm → komünizm…

Bu yaklaşım, tarihî süreci makineleştirir. İnsan iradesi, ahlâkî tercihleri ya da toplulukların kültürel özgünlüğü neredeyse hiç hesaba katılmaz.
Hâlbuki tarih, tek çizgili bir nehir değil, çok yönlü akan bir deltalardır. Direniş, sadece üretim ilişkilerine değil; inanca, geleneğe, hatta anlam arayışına da dayanabilir. Marx, bu karmaşıklığı zaman zaman indirger ve devrimi kaçınılmaz bir fizik yasası gibi sunar. Ama tarih, yasa tanımaz; sadece iz sürer.

Tarihi yalnızca üretim araçlarının gelişimine indirgemek, onu bir mühendislik problemi gibi ele almaktır. Oysa tarih, ne salt maddeyle yazılır, ne de sadece zorunluluklarla şekillenir. Tarih, insanın hatırlama biçimi kadar, unutma biçimiyle de inşa olur. Bazen bir halk, bin yıllık acıyı unutur da yeniden zincirlenir; bazen bir kişi, hatırladığı bir sözle bütün düzeni sarsar.

Marx’ın tarihsel materyalizmi, sistemli ve tutarlı olsa da, insanı irade sahibi bir özne olmaktan çok, tarihin taşıyıcısı bir nesneye dönüştürür. Bu düşüncede birey, çoğu zaman büyük süreçlerin, yapısal dönüşümlerin, üretim temelli çatışmaların bir ürünü olarak konumlanır. Fakat insanın tarihi bu kadar düz çizgili değildir. Bazen en zayıf görünen kişi, tarihin akışını bükebilir. Bazen bir toplum, kendisinden beklenmeyen bir anda büyük bir sıçrama yapabilir — ve bu sıçramayı sağlayan şey ne üretim ilişkileri, ne sınıf bilinci, ne de ekonomik zorunluluklardır; yalnızca anlamdır.

Bu yüzden tarih, yalnızca analiz edilecek bir süreç değil; aynı zamanda anlamlandırılacak bir yoldur. Ve bu anlam, sadece üretim tarzıyla değil, hakikatle, adaletle, inançla ve hatta özlemle kurulur.

Tarihsel materyalizm, her şeyi bir ilerleme modeli olarak sunar. Ama ilerleme her zaman kurtuluş anlamına gelmez. İnsanlık birçok kez “ileri” gitmiştir ama bu, hep iyiye doğru olduğu anlamına gelmez. Atom bombası da ilerlemenin bir sonucudur, algoritmik kölelik de. Eğer ilerleme fikrinin içinde ahlâk yoksa, o zaman tarih ilerledikçe değil, çöktükçe yol alır.

Marx’ın tarihsel modeli, devrimi neredeyse bir doğa yasası gibi sunar: Kapitalizmin çelişkileri derinleştikçe, işçi sınıfı bilinç kazanır ve devrim kaçınılmaz olur. Oysa devrim, bir matematiksel sonuç değil; bir insanlık kararıdır. Bazen çelişkiler artar ama teslimiyet yayılır. Bazen sınıf bilinci doğar ama karşılık bulmaz. İnsan, yalnızca ekonomik şartların ürünü değildir. Umut, korku, inanç ve hayal gücü — bunlar tarih yazan görünmez kalemlerdir.

Tevhîdî Agorizm, tarihe başka bir gözle bakar. O, insanı yalnızca bir üretici, bir sınıf öznesi, bir tarihsel kategori olarak görmez. İnsan, Allah’a karşı sorumlu bir varlıktır; yaptığı her tercih, sadece dünyevî değil, aynı zamanda uhrevîdir. Dolayısıyla tarih, sadece üretim güçlerinin evrimi değil; aynı zamanda kulluğun, sorumluluğun ve anlam arayışının sahnesidir. Bu yüzden Tevhîdî bir tarih okuması, materyalist çizgiyi yırtarak tarihe müdahil olma hakkı doğurur. İnsan, yazgısını sorgulayabilir, yeniden çizebilir. Tarih, tek bir yoldan değil; milyonlarca istikametten oluşur. Ve her istikamet, yeni bir inşa iradesi doğurabilir.

Bu nedenle Marx’ın tarih anlayışı bir başlangıçtır, bir çerçevedir. Ama o çerçevenin dışında kalanı da görmek gerekir. Tarih yalnızca mülkiyet ilişkileriyle değil, mülkün sahibi kimdir sorusuyla da yazılır. Ve işte o soru, insanı yalnızca üretimin değil, hakikatin de öznesi hâline getirir.

Tarih, yalnızca olup bitmiş olayların sıralı bir toplamı değil; her an yeniden açılabilen bir imkân kitabıdır. O kitap, bazı ellerde kadere indirgenir, bazı ellerde istismara. Ama hakikatin izini sürenler için tarih, insanın yeryüzünde bıraktığı niyetlerin, ihanetlerin ve sadakatlerin haritasıdır. Ve o harita, her nesilde yeniden çizilir.

Marx’ın tarih anlayışı, devrimci değişimi neredeyse jeolojik bir zorunluluk gibi sunarken; Tevhîdî Agorizm, değişimin öznesini yalnızca sınıfa değil, vicdana dayandırır. Çünkü gerçek dönüşüm, ekonomik yapının değişmesinden önce, insanın iç dünyasında başlar. Kapitalizmi alt edecek şey yalnızca kolektif öfke değil, ahlâkî bir yeniden uyanıştır.

Bu bağlamda Tevhîdî Agorizm, tarihsel süreci belirleyen asli unsuru “üretim tarzı” değil, hesap günü bilinci olarak tanımlar. Zira bir toplumun tarih içindeki konumu, ne kadar üretim yaptığıyla değil; üretimini ne için ve nasıl yaptığıyla anlam kazanır. Bu, tarih içinde “ilerleme” değil; tarih boyunca “sorumluluk alma” arzusudur. Ve bu arzunun kaynağı, ekonomik çelişkilerden değil; hikmetle örülmüş bir adalet anlayışından gelir.

Tarihi hakikatle bağdaştırmayan her teori, sonunda bir propagandaya dönüşür. Tevhîdî bakış ise, tarihi salt bir insanlık mücadelesi değil, aynı zamanda ilâhî bir emanetin yeryüzündeki imtihanı olarak kavrar. Bu yüzden tarih, yalnızca neyin nasıl değiştiği değil; kimin neden değiştiği sorusunu da sormalıdır.

Marx, insanlık tarihini sınıf savaşlarının tarihi olarak tanımladı. Bu doğrudur ama eksiktir. Çünkü insanlık tarihi aynı zamanda, güçle ahlâk arasında geçen bir hesaplaşmanın da tarihidir. Ve bu hesaplaşma, çoğu kez meydanlarda değil; pazarlarda, aile içinde, topluluklarda, yani gündelik hayatın kıyısında yaşanır.

O hâlde, bizim tarih anlayışımız, yalnızca büyük olayların değil; küçük sadakatlerin, sessiz direnişlerin, unutturulmuş dayanışmaların da izini sürmelidir. Çünkü hakikat, çoğu zaman arşivlerde değil; kalplerde saklıdır. Ve tarih, yalnızca yazıldığında değil, yaşandığında da kutsal bir iz taşır.

Bu nedenle bizler, Marx’ın tarih anlayışını bir temel olarak alabiliriz. Ama üstüne başka bir bina kurmak zorundayız. O binanın harcı, mülkiyet ilişkilerinden değil; emanet ahlâkından, vicdanî dayanışmadan ve ilkesel adaletten oluşmalıdır. Ve işte o zaman, tarih yalnızca anlatılan değil; yaşanabilir bir gerçekliğe dönüşür.

III. Devlet ve Şiddet: Geçici Araç mı, Kalıcı Sorun mu?

Marx’a göre devlet, egemen sınıfın baskı aracıdır. Bu tespiti, günümüz otoriter yapılarında hâlâ doğruluğunu korur. Ancak çözüm olarak öne sürdüğü şey –proletarya diktatörlüğü– yeni bir merkezîleşme biçimidir. “Geçici” olarak sunulan bu durum, çoğu örnekte kalıcı bir tahakküm düzenine evrilmiştir.

Sistemi yıkan şiddetin, yeni sistemin kurucusu haline geldiği yerde, özgürlük yeniden ertelenir. Marx, devleti çözeceğini söyler ama önce onu güçlendirmek gerektiğine inanır. Oysa bu, suyu ateşle söndürmeye çalışmaktır. Hakiki bir çözüm, yukarıdan aşağı değil; aşağıdan yukarı, gönüllü, yatay ve ahlâkî bir örgütlenmeyi esas almalıdır.

Devlet, Marx için tarihsel bir araçtır; sınıf çatışmalarının sonucunda ortaya çıkan ve egemen sınıfın çıkarlarını koruyan bir baskı aygıtı. Fakat bu tespit doğru olduğu kadar yetersizdir. Çünkü Marx, baskının kaynağını yalnızca sınıfsal menfaatlerde arar; devleti yalnızca bu menfaatlerin bir yansıması olarak görür. Böylece devletin, kendi başına bir varlık, bir karakter ve hatta bir patoloji geliştirebileceğini göz ardı eder.

Tarih, bize devletin sadece egemen sınıfın değil, kendi varlığının devamını sağlayacak her yapının hizmetkârı hâline gelebileceğini göstermiştir. Devlet, bazen işçi adına işçiye baskı uygular; bazen halk adına halkı susturur; bazen güvenlik adına korkuyu yaygınlaştırır. Dolayısıyla sorun yalnızca kimin devlete sahip olduğu değil, devletin bizzat varlığıdır.

Marx’ın çözümü olan proletarya diktatörlüğü, “geçici” olacağı söylenen bir iktidar biçimi olarak sunulur. Fakat tarih, bu geçiciliğin nasıl da kalıcılaştığını, yeni bürokrasilerin, yeni sınıfların, yeni tahakküm katmanlarının nasıl oluştuğunu defalarca gösterdi. Şiddetle alınan iktidar, şiddeti kendine bekçi yapar. Devletin şiddeti ortadan kaldırmak yerine tekelleştirdiği yerde, halk artık yalnızca özgürlük mücadelesi değil, devlete karşı hayatta kalma mücadelesi verir.

Oysa hakikî adalet, yukarıdan aşağıya dayatılan değil; aşağıdan yukarıya, gönüllü biçimde kurulan bir dengede yeşerir. Devletin olmadığı bir toplum hayal etmek romantik değil; ahlâkî bir zorunluluktur. Çünkü tahakküm, yalnızca kimin yönettiğiyle değil, yönetme eyleminin doğasıyla ilgilidir. Ve hiçbir kutsal metin, insanların birbirine Rab olması gerektiğini söylemez.

Tevhîdî Agorizm bu noktada devleti, sadece sınıf çıkarlarının değil; tevhid dışı iktidar anlayışlarının da tezahürü olarak görür. Şirk, yalnızca putlara tapmakla olmaz; yönetme hakkını Allah’tan başka bir merciye atfetmek de şirktir. Bu nedenle devlete karşı olmak, sadece politik bir pozisyon değil; imanî bir duruştur.

Devletin alternatifi kaos değildir. Aksine, halkın iradesiyle şekillenmiş yatay örgütlenmeler, cemaat temelli dayanışma ağları, karşı-ekonomik birliktelikler ve ahlâk merkezli sözleşmeler, toplumun asli dokusunu oluşturur. Otorite, yukarıdan inmez; emanet olarak aşağıdan yükselir. Ve bu emanet, halkın denetimine, şeffaflığa, dürüstlüğe ve hesap verebilirliğe dayanır.

Tevhîdî Agorizm, iktidarı değil; adaleti önceleyen bir örgütlenmeyi savunur. Bu örgütlenme, ne orduya ne saraya ne bayrağa ne de bakanlığa ihtiyaç duyar. Yeryüzü halklarının ortak vicdanı, en büyük meşruiyet kaynağıdır. Şiddetle alınmayan bir iktidar, şiddetle korunmak zorunda kalmaz.

Bu nedenle Marx’ın devleti araçsallaştırma fikri, kısa vadeli stratejik kazanımlar uğruna uzun vadeli ahlâkî kayıpları göze alır. Oysa bizim mücadelemiz, yalnızca zaferle değil; yöntemle de anlam kazanır. Çünkü hedef özgürlükse, yol da özgür olmalıdır.

Devlet yalnızca fiziksel bir aygıt değil, aynı zamanda zihinsel bir yapıdır. Onun en kalıcı gücü, tanklarında ya da yasalarında değil; insanların bilinçlerine ektiği boyun eğme alışkanlığındadır. Bu yüzden gerçek özgürlük, yalnızca devletten kurtulmakla değil, devletin içimizdeki yankısından da kurtulmakla mümkündür.

Marx’ın çözümlemesi, devletin sınıfsal bir tahakküm mekanizması olduğunu gösterse de, onun zihinsel etkisini yeterince sorgulamaz. Oysa bir insan, devrim yaptığını sanırken bile devlet gibi davranabilir; emir verir, cezalandırır, itaat bekler. İşte bu, şiddetin ruhumuza sızmış hâlidir. Ve şiddetin şekil değiştirmiş bu hâli, devletsiz görünen alanlarda bile mikro iktidar biçimleri olarak yaşar.

Bu yüzden Tevhîdî Agorizm’in devlete karşı duruşu, sadece politik değil; aynı zamanda ruhsal bir arınma çağrısıdır. Devlete benzeyen her davranış, her kurum, her alışkanlık sorgulanmalıdır. Hiyerarşi yalnızca kurumlarda değil; sözlerde, bakışlarda, hatta beklentilerde bile kendini yeniden üretir. Gerçek yataylık, yalnızca yapısal değil; ahlâkî bir duruşla mümkündür.

Ve burada devreye emanet fikri girer. Tevhîdî Agorizm, yönetimi bir hak değil; bir emanet olarak görür. Bu emanet, insanların rızasına, adalet terazisine ve hesap verebilirliğe dayanır. Zorla alınmaz, zorla korunmaz. Kardeşlik içinde taşınır, gerektiğinde geri verilir. Bu nedenle otorite değil; sorumluluk önemlidir. Çünkü Allah’a karşı sorumlu olan bir topluluk, halkına zulmetmez.

Ayrıca şiddet yalnızca fiziksellikle değil, ekonomiyle, dille ve hatta zamanla da işleyebilir. Devlet, zamanımızı çalar; emeğimizi alır; dilimizi yutar; topluluklarımızı yalnızlaştırır. Buna karşı önerilen çözüm sadece bir “başka devlet” değildir. Asıl mesele, devletin dışında bir toplumsal bilinç üretmektir. Bu bilinç, ancak birlikte yaşamanın adil ve ahlâkî yollarını yeniden inşa ederek var olabilir.

Tevhîdî Agorizm, devletin alternatifi olarak bir boşluk önermez. O boşluğu, karşı-ekonomik birlikteliklerle, komünal dayanışmalarla, ortak vicdanın yeniden inşasıyla doldurur. Bu, ne bir parti çalışmasıdır ne de bir darbe planı. Bu, kendi kendine yeten bir cemaatin, adalet duygusuyla hareket eden bir halkın ayağa kalkmasıdır. Ne merkezi komiteye ne zorunlu bir planlamaya ihtiyaç duyar. Çünkü hakikat planlı değil, paylaşılır; özgürlük örgütlenmez, yaşanır.

Bu yüzden hedefimiz bir devlet yıkmak değil; devletin yeniden doğmamasını sağlayacak bir toplumsal zemin kurmaktır. Bu zemin, ancak bireylerin ve toplulukların karşılıklı emanet bilinciyle, ahlâkî sadakatle ve ortak rıza ile mümkündür.

Marx’ın sunduğu devrim modeli, belki çağının en radikal cevabıydı. Ama çağımızın sorusu değişti:
Nasıl yıkarız? değil.
Nasıl birlikte yaşarız?

IV. Ekonomi Anlayışı: Her Şey Emeğe mi Dairdir?

Marx için insan, üretim ilişkilerinin sonucudur. Ona göre özgürlük, üretim araçlarının ortak mülkiyetiyle mümkündür. Bu yaklaşım değerli olsa da dar bir çerçeve çizer. İnsanın anlam arayışı, yalnız üretim ve tüketimle sınırlı değildir. Ortak mülkiyet, insan doğasına uygun olabilir; ama mülkiyetsizlik tek başına kurtuluş değildir. Çünkü mülkün adı değil, mülk üzerindeki ahlâkî anlayış belirleyicidir.

Ayrıca her şeyin “emek” üzerinden ölçülmesi, insanı yalnızca bir üretici hayvana indirger. Hâlbuki değer, bazen söylenmeyen bir sözde, karşılıksız bir iyilikte ya da sessiz bir direnişte gizlidir.

Marx’ın ekonomi anlayışı, emeği merkeze alır. Emek, değerin kaynağıdır; üretim, özgürlüğün ön şartıdır. Bu bakış, kapitalizmin insan emeğini bir meta hâline getirerek sömürdüğü gerçeğini çarpıcı biçimde açığa çıkarır. Ancak mesele sadece emeğin değeri değil; değerin neye göre, kim tarafından ve hangi niyetle belirlendiğidir.

İnsanı yalnızca emek üzerinden tanımlamak, onun çok katmanlı varoluşunu göz ardı eder. İnsan, yalnız çalışan, üreten, paylaşan değil; aynı zamanda düşünen, hisseden, şükreden ve yeri geldiğinde hiçbir karşılık beklemeden veren bir varlıktır. Değer, her zaman ölçülebilir değildir. Bir annenin merhameti, bir çobanın sabrı, bir dostun sadakati — bu gibi şeyler hiçbir üretim aracıyla ölçülemez ama bir toplumu ayakta tutan asıl bağlardır.

Marx’ın materyalist ekonomisi, değeri nesnelleştirmek isterken; bazen ruhu, niyeti, ahlâkı dışarda bırakır. Oysa bir toplumun ekonomik yapısı yalnızca nasıl ürettiğiyle değil, neye değer verdiğiyle de ilgilidir. Ve işte bu nokta, Tevhîdî Agorizm ile Marx’ın yollarını belirgin biçimde ayırır.

Tevhîdî Agorizm, değeri sadece üretim miktarında değil; niyetin saflığında, paylaşımın adaletinde ve mülkün emanet olarak kavranışında görür. Mülk, yalnızca sahip olunacak bir şey değil; sorumluluk gerektiren bir emanettir. Kapitalizm, mülkü kutsar; komünizm, mülkiyeti ortadan kaldırır. Tevhîdî Agorizm ise mülkiyeti emanete dönüştürür.

Mülkiyeti tamamen reddetmek, bireysel sorumluluğu da bulanıklaştırabilir. Çünkü mülk yoksa, emanetten de söz edilemez. Oysa bir insana bir şey teslim edildiğinde —bir toprak, bir araç, bir yetenek, bir bilgi— o kişi artık sadece kullanıcı değil; emanetçi olur. Ve bu emanet, Allah’a karşı verilen bir söz gibidir: Ziyan edilmez, adaletsizce paylaşılmaz, sömürü aracı hâline getirilmez.

Ekonomik eşitlik, sadece herkesin aynı şeye sahip olması değil; herkesin hakkıyla, ahlâkla, vicdanla ilişki kurmasıdır. Bu bağlamda “mülkiyetin ortaklaşması”nın amacı, yalnızca zenginliği bölüştürmek değil; zihinsel iktidarı dağıtmaktır. Çünkü meta sadece bir nesne değildir; aynı zamanda bir algıdır, bir hiyerarşi biçimidir.

Tevhîdî Agorizm’in ekonomi anlayışı, insanı “üretim makinesi” değil, ahlâkî bir fail olarak görür. O üretir; ama tüketmek için değil, paylaşmak için. O kazanır; ama biriktirmek için değil, bereketi yaymak için. Dolayısıyla ekonomik düzen, verimliliğe değil; vicdana, özveriye, tevazuya dayanır.

Çünkü insan, yalnızca emekle tanımlandığında eksilir. Ama emek, ahlâkla buluştuğunda şeref doğar.

Kapitalist sistemde ekonomi, rakamlarla ve büyüme oranlarıyla tanımlanır. Oysa bereket, sayılarda değil; niyette ve paylaşımda gizlidir. Tevhîdî Agorizm için ekonomi, sadece üretim ve tüketimden ibaret bir devinim değildir; aynı zamanda imanın pratiğe dökülmesidir. Alışveriş, sadece bir mal devri değil; bir sözleşmedir. Paylaşmak, sadece bölüşmek değil; bir hak teslimidir. Ve kazanmak, yalnızca biriktirmek değil; infak etmek, çoğaltmak, bereketlendirmektir.

Bu bakışla, “zenginlik” yeniden tanımlanır. Zengin olan, en çok mülke sahip olan değil; emaneti en iyi taşıyandır. En çok kar eden değil; en az sömüren, en çok paylaşandır. Böylece ekonomi, teknik bir mesele olmaktan çıkar, ahlâkî bir dokuya dönüşür. Bu dokuda faiz haramdır; spekülasyon haramdır; aldatmak, gizlemek, emek sömürmek haramdır. Bu yasaklar sadece dinî değil; aynı zamanda toplumsal direnişin de temelidir.

Tevhîdî Agorizm, ekonomik düzenin adaletsizliğine karşı karşı-ekonomik yolları önerir. Bu yollar, sistem dışı değil; sistemi bozan, parçalayarak dönüştüren araçlardır. Devlete vergi vermeyen, kapitaliste kar sağlamayan, banka kullanmayan, yerel ve doğrudan ilişkilere dayalı gölge piyasalar; ahlâklı ticaretin ve özgür dayanışmanın mekânlarıdır. Bu mekânlar, yalnızca malların değil; özgürlüğün ve sadakatin de değiş tokuş edildiği alanlardır.

Karşı-ekonomik faaliyet, sadece takas ya da karaborsa değildir; bağımsızlaşmanın ve dayanışmanın eylemidir. Bir üretici, ürününü pazara değil; cemaatine sunar. Bir zanaatkâr, emeğini zincir mağazalara değil; komşularına harcar. Bir genç, sermaye için değil; ümmetin dirilişi için çalışır. Böylece ekonomi, hiyerarşiyi değil; kardeşliği üretir.

Bu alternatif sistemin özü, iktisadî tevazudur. Yani her şeyden önce kendine yetmek, sonra da başkasına yetebilmek. Çünkü asıl refah, başkasının refahına katkı sunabildiğin ölçüde anlamlıdır. Bu yüzden Tevhîdî Agorizm’de üretim kutsal, fakat kutsallığı niyetinden gelir. O üretim, insanı tüketmesin, doğayı sömürmesin, toplumu yozlaştırmasın diye yapılır.

Kapitalist ekonomide insan, metaya hizmet eder; burada ise meta, insana hizmet eder. Kapitalist mantıkta kazanç rekabetle büyür; burada ise sadakatle, merhametle, emanetle büyür.

Bu nedenle, yeni bir dünya kurulacaksa bu yalnızca silahlarla, politik metinlerle ya da teorik manifestolarla değil; ahlâkî bir ekonomi pratiğiyle mümkündür. Ve o pratiğin temeli, şu soruda gizlidir:

“Sahip olduğum bana mı ait, yoksa ben ona mı aitim?”

İşte bu soruya verilen cevaptır, insanı ya bir tüketici köleye ya da emanet taşıyan özgür bir varlığa dönüştüren.

V. Kapitalizm Eleştirisinin Ötesine Geçmek

Marx, kapitalizmi haklı olarak eleştirir. Ama çoğu zaman “alternatif” olarak sunduğu şey, kapitalizmin simetrik zıttı olur: Üretimin kolektifleştirilmesi, merkezî planlama, bürokratik denetim… Bu öneriler, bireyi devlete karşı daha da güçsüz hâle getirebilir.

Bugün yeni alternatifler gerekiyor: Yerel ve yatay örgütlenmiş ekonomiler, gönüllü işbirliği ağları, karşı-pazarlar, etik temelli takas sistemleri… Belki Marx’ın öğrettiği bir şey varsa o da şudur: Hiçbir sistem kutsal değildir. Her şey sorgulanmalıdır.

Marx, kapitalizmin görünmeyen çelişkilerini görünür kıldı: Emek sömürüsü, yabancılaşma, eşitsizlik... Fakat önerdiği alternatifler —kolektif üretim, devlet mülkiyeti, merkezi planlama— çoğu zaman başka bir baskı türünü doğurdu. Kapitalizmin çözülmesi gereken sorunlarını teşhis etti ama onun ötesine geçemedi. Çünkü alternatifi, çoğu kez aynı oyunu farklı oyuncularla oynamak şeklinde kaldı.

Oysa gerçek kurtuluş, yalnızca mülkiyet ilişkilerini değiştirmek değil; ilişki biçimlerinin kendisini dönüştürmektir. Tevhîdî Agorizm'in çağrısı tam da budur: Sadece neye karşı olduğumuzu değil, ne tür bir ilişki içinde yaşamak istediğimizi sormak.

Kapitalizm, yalnızca ekonomik değil; ontolojik bir sorundur. İnsanı ölçen, tanımlayan, yönlendiren bir dünya görüşüdür. Ona karşı geliştirilecek her alternatif, yalnızca teknik değil, aynı zamanda ahlâkî, varoluşsal ve toplumsal olmalıdır. Merkezî planlama gibi çözümler, kapitalizmin ürettiği yabancılaşmayı sadece yeni bir dilde tekrar eder. Zira insanı birey olmaktan çıkarır, onu sayıya, kategoriye, hedefe dönüştürür. Bu da özgürlüğün değil, yeni bir yönetişim aklının doğmasına neden olur.

O halde asıl soru şudur: Yeni bir dünya nasıl kurulur?

Bu sorunun cevabı, modern devlette ya da komünist partide değil; küçük, yatay, gönüllü topluluklarda saklıdır. Köy meclislerinde, karşı-ekonomik ağlarda, ahlâkî takaslarda, kooperatiflerde, imece usulünde, emanet bilincinde... Çünkü yeni bir dünya, tepeden değil; yürekten kurulur.

Tevhîdî Agorizm burada, sadece bir politik tercih değil; bir yaşam tarzı, bir varlık biçimi sunar. Tüketmeye değil, üretmeye; rekabete değil, dayanışmaya; mülkiyete değil, emanete; çıkar ilişkilerine değil, kardeşliğe dayanır. Bu anlayışta değer, sadece üretilen şeyde değil; niyetin saflığında ve paylaşımın adaletinde gizlidir.

Belki de Marx’tan alabileceğimiz en güçlü miras, onun dogmaları yıkma çağrısıdır. O, zamanının kutsallarını sorguladı: Piyasa, devlet, mülkiyet... Bizim yapmamız gereken, onun kendi sistemini de sorgulamaktır. Çünkü hakikat hiçbir ideolojinin tekelinde değildir. Sorgulama, düşünmenin ibadetidir.

Bugün bir sistem kurmaktan çok, bir ahlâk inşa etmeye ihtiyacımız var. O ahlâk, kimsenin diğerine hükmetmediği, zayıfın gözetildiği, mülkün nimet değil sorumluluk sayıldığı bir hayatın zemini olabilir.

Ve belki de en önemlisi:

Geleceği planlayarak değil, şu anda adil yaşayarak kurabiliriz.

Geleceği planlayarak değil, şu anda adil yaşayarak kurabiliriz. Çünkü gelecek, bir mühendislik problemi değil; bir ahlâk meselesidir. Tıpkı tohum gibi… Toprağa atıldığında geleceği tasarlamaz; sadece toprağa hakkını verir, ışığa yönelir. Gelecek de böyledir: Onu kurgulamayız, ona doğrulukla tanıklık ederiz.

Tevhîdî Agorizm, bu tanıklığın örgütlenmiş halidir. Ne devrimci romantizme sapar, ne de reformist edilgenliğe… O, köklü bir inşa çağrısıdır. Sisteme karşı değil; zulme karşıdır. Çünkü karşı çıkılan şeyin adı değil, doğası önemlidir. Ve karşı çıkmak, yalnızca protesto değil; alternatif bir hayatı yaşamaya başlamakla anlam kazanır.

Bu noktada artık soru şudur:

“Kapitalizm sonrası ne?” değil,
“Kapitalizm dışında nasıl yaşarız?”

Ve bu soru, tek bir cevap istemez. Bu, bir davranış biçimi, bir ahlâkî refleks, bir topluluk hâlidir. Her biri küçük ama köklü adımlarla başlar:
Bir pazar yerinde takas kurmak.
Bir komşuyla imeceye girişmek.
Bir zanaatkâra aracısız ulaşmak.
Bir çocuğa mülkiyetin değil, emanetin anlamını anlatmak.
Bir topluluğu devletsiz ama düzenli yaşatmak.

İşte bu adımlar, sistemin değil; imanın ve adaletin adımlarıdır.
Ve belki de asıl devrim, hiç gerçekleşmeyen bir isyan değil;
her sabah yeniden kurulan bu ahlâklı yaşam biçimidir.

Tevhîdî Agorizm, Marx’ı reddetmez; onun acısını, arayışını ve direnişini anlar. Ama nihayetinde, insanı yalnızca üretimle tanımlayan her düşünceyi eksik bulur. Çünkü biz sadece çalışan değil, anlam arayan, dua eden, bağ kuran, merhamet eden varlıklarız.

Bu yüzden bizim yolumuz, ideolojilerin değil; vahyin ve vicdanın yoludur.
Ve bu yolda ilerlemek için büyük manifestolara değil, küçük ve dürüst adımlara ihtiyaç vardır.

İşte bu adımlar, sessiz ama sarsıcı bir çığlıktır:

“Sizin düzeninize ihtiyacımız yok, çünkü bizim hakikatimiz var.”

Ve bu hakikat, pazarda, sokakta, hanede, sofrada, tarlada, dükkânda…

Her yerde örgütlenmeye hazır bir tevhîdî direniş ekonomisidir.

Sonuç: Marx’tan Öğrendim, Ama Onunla Yetinmedim

Marx, bana eleştirmeyi öğretti; düzenin kutsallığını sorgulamayı, emeğin değerini, piyasanın maskesini indirmeyi… Ama onun tanımıyla sınırlı kalmadım. Çünkü özgürlük, sadece zincirleri kırmakla değil; zincirleri bir daha dövülmeyecek demirlerle değiştirmekle mümkündür.

Benim yolum Marx’a paralel değil, belki çapraz; ama düşmanlık değil, eleştirel sadakat taşıyor. Bu çağ, Marx’tan daha fazla şey hak ediyor. Ama onun da hakkını vererek, devam etmek gerekiyor.



Tevhidi Agorizm için tasarı (manifestom için bir prototip)

  ↪Tevhîdî Agorist İslami İdeoloji Tasarımı 1. Temel Felsefe ve İdeolojik Kökenler Tevhîd (Allah’ın Birliği): İdeolojinin temelini sadece A...