24 Haziran 2025 Salı

Adem-i merkeziyetçilik hakkında...

 

Bir Müslüman Neden Tevhîdî Agorist Olmalıdır? Anarko İslam'ın Külliyatı


Giriş

İslam, yalnızca bireysel ibadetlerden ibaret değildir. Aynı zamanda adaletin, özgürlüğün, yardımlaşmanın ve sömürüye karşı direnişin temelini oluşturur. Bugün modern kapitalist düzen, zulüm, faiz, tekelcilik ve merkezi otoriteyle hayatlarımızı kuşatmışken; bir Müslümanın bu düzene karşı duruşu da yalnızca itirazla sınırlı kalmamalı, pratik bir alternatif sunmalıdır. İşte bu noktada Tevhîdî Agorizm, Kur’an’ın ruhuna uygun bir yaşam ve mücadele biçimi olarak karşımıza çıkar.


1. Tevhîd: Sadece Allah'a Boyun Eğmek

Tevhîd, İslam’ın kalbidir. Tevhîd, sadece ibadetlerde değil; otorite, iktisat ve sosyal ilişkilerde de yalnızca Allah’ı meşru kaynak kabul etmektir.

"Hüküm yalnız Allah’ındır."
(Yusuf, 12/40)

Bu ayet, otoriteyi Allah’a has kılar. Modern devlette ise yasa koyucu otorite devlettir. Bu nedenle bir Müslümanın devlete mutlak bağlılığı, pratikte Allah’a şirk koşmak anlamına gelir. Tevhîdî Agorizm, devleti reddederek yalnızca Allah’ın hükmünü kabul eden bir yaşam formudur.

Bu ayet, yalnızca bireysel inanç düzeyinde değil, aynı zamanda toplumsal düzenin nasıl kurulması gerektiği konusunda da yönlendiricidir. Çünkü bir toplumda kanun koyma yetkisi kimdeyse, o toplumda ilahlık iddiası ona verilmiş demektir. Bu yüzden Kur’an, hem bireyin hem toplumun “yalnız Allah’a kulluk” ilkesine göre inşa edilmesini ister.

Modern ulus-devlet sistemi, yasaları meclisler, mahkemeler ve anayasa mahfilleri aracılığıyla belirler. Bu yapılar çoğunlukla sekülerdir ve hükmünü beşeri akla, milli iradeye ya da ideolojik mutabakatlara dayandırır. Oysa bir Müslüman için mutlak bağlanılması gereken tek kaynak vahiydir. Yasaların meşruluğu, kaynağını Allah’tan almadıkça İslâmî açıdan geçersizdir.

Bu noktada bir tercih zorunluluğu ortaya çıkar: ya Allah’ın hükmü ya da beşerî otoritenin hükümleri. Tevhîdî bir Müslüman için bu tercih açıktır. Çünkü Kur’an, yalnızca Allah’ın hükmüne başvurmayı bir iman göstergesi sayar:

"Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem kılmadıkça, sonra da verdiğin hükümden içlerinde bir sıkıntı duymadan tamamen teslim olmadıkça, iman etmiş olmazlar."
(Nisâ, 4/65)

Bu ayet, hakemlik yani yargı hakkının sadece Allah’ın elçisine (ve dolayısıyla vahye) ait olduğunu beyan eder. O hâlde bir Müslümanın laik hukuk sistemine kayıtsız şartsız itaat etmesi, Tevhîd’e aykırı bir bağlılıktır.

Tevhîdî Agorizm, bu teslimiyetsizliği reddeder. Devletin meşruluğunu tanımayan, onu Allah’ın hükmünün karşısında tâğuti bir yapı olarak gören bir duruşu ifade eder. Sadece ibadet alanında değil; alışverişte, mahkemede, mülkiyette ve toplumsal sözleşmede de Allah’tan başkasını hakem tanımaz.

Bu nedenle Tevhîdî Agorizm, bir siyasi görüşten ibaret değildir; bu, Tevhîd’in hayattaki mutlak uygulanışıdır. Bir Müslüman, Allah’tan başkasına kulluk etmeyeceğine söz verdiyse, bu sözü yalnızca secdede değil, çarşıda, pazarda, mahkemede ve komşuluk ilişkilerinde de yerine getirmekle mükelleftir.


2. Zulme Karşı Direniş: Tâğuta İsyan

Kur’an, mü’minleri zalim düzene karşı pasif olmamaya çağırır. Tâğut; Allah’ın dışında hüküm veren, zulmeden her otoritedir.

"Tâğutu inkâr edip Allah’a iman eden kimse, kopmayan sağlam bir kulpa tutunmuştur."
(Bakara, 2/256)

Tevhîdî Agorizm, tâğuti düzenin (faiz sistemi, vergi zorbalığı, devlet tekelciliği) dışında alternatif bir ekonomi ve toplum kurmayı hedefler. Bu, Kur’an’ın tâğutu reddetme çağrısının somut bir pratiğidir.

Tâğut, sadece putlara tapınma ile sınırlı bir kavram değildir. Kur’ân’da tâğut, Allah’ın hükmünü tanımayan, zulmeden ve insanları Allah’tan uzaklaştıran her türlü otorite, sistem ve liderlik biçimi için kullanılır. Modern anlamda bu; zorla vergi toplayan, halkı faiz ve borç ekonomisine mecbur bırakan, mallara el koyan, kimin neyi üretip satabileceğine karar veren ve bireyin özgürlüğünü gasp eden her tür merkezi otoriteyi kapsar. Bu sistem ister bir krallık, ister bir cumhuriyet, isterse sözde demokratik bir devlet biçiminde olsun, eğer Allah’ın hükümlerine göre yönetilmiyorsa tâğutîdir.

Kur’ân, mü’minin yalnızca Allah’a inanmasını yeterli görmez; aynı zamanda tâğutu açıkça reddetmesini emreder. Çünkü bir düzenin hem Allah’a hem tâğuta hizmet etmesi mümkün değildir. Allah’ın hükmü ile tâğutun hükmü arasında uzlaştırma yapılmaz. Tâğutun inkârı, pasif bir uzak duruş değil; aktif bir yüz çevirmeyi ve reddedişi ifade eder. Bu sebeple, “tâğutu inkâr” eden kişi, aslında sadece bâtıla değil, onun tüm pratik kurumlarına (zorlayıcı yasa, tekeller, devlet tekelleri, faiz kurumları, bürokrasi vs.) karşı bir hayat tarzı geliştirmek zorundadır.

Tevhîdî Agorizm, bu inkârı yalnızca sözde bırakmaz; onun yerine pratiğe dayalı alternatif bir yaşam biçimi önerir. Devletin ve tekellerin kontrolündeki piyasalara katılmak yerine, bireyler arasında doğrudan, rızaya dayalı, aracı ve vergi kurumlarını dışlayan mübadele ağları kurmayı hedefler. Bu ağlar sadece bir ticaret biçimi değil; aynı zamanda bir itaatsizlik biçimidir. Yani Tevhîdî Agorist, yalnızca "devlet yanlış yapıyor" demez; devlete rağmen ve devlete rağmen ayakta kalan bir toplumsal alternatif inşa eder.

Çünkü Kur’ân, zulme rıza göstermeyi, bizzat zulmün bir parçası olarak tanımlar:

“Zulmedenlere meyletmeyin; yoksa size de ateş dokunur.”
(Hud, 11/113)

Bu ayet açıkça gösterir ki, zulüm düzenine yalnızca destek vermek değil, tarafsız kalmak bile bir çeşit suç ortaklığıdır. Zulüm karşısında susan, onu reddetmeyen, onun dışında bir hayat kurmayan, eninde sonunda zulmün bir parçası olur.

Bu nedenle Tevhîdî Agorizm, tâğutun sadece eleştirisini değil; onunla kopuşun örgütlü halini temsil eder. Bu da yalnızca ekonomik değil, ahlâkî ve imanî bir görevdir. Her mü’min, Allah’a hakkıyla iman etmek istiyorsa, zulüm düzenine karşı alternatif bir cemaatin, bir topluluğun, bir yaşam biçiminin içinde yer almalıdır.

İşte Tevhîdî Agorizm, bu cemaatleşmenin adıdır: tâğuta boyun eğmeyen, rızıkta Allah’a güvenen, kendi arasında adaleti tesis eden, devletten bağımsız ama kaostan da uzak bir ümmet özlemi…


3. Karşı-Ekonomi: Rızkın Helâl Yollardan Aranması

Kur’an, insanların mallarını haksız yollarla yememelerini ve aldatıcı ticaretten kaçınmalarını emreder.

"Ey iman edenler! Karşılıklı rızaya dayalı ticaret dışında, mallarınızı aranızda haksız yollarla yemeyin."
(Nisa, 4/29)

Kapitalist sistemde çoğu kazanç, faiz, spekülasyon ve sömürüye dayanır. Tevhîdî Agorizm, devletin ve kapitalist tekellerin dışında kalan, doğrudan rızaya dayalı, adil bir mübadele sistemini savunur. Bu, İslam’daki helal kazancı hedefler.

Kapitalist sistemin dayandığı temel prensip, “maksimum kâr”dır. Bu prensip, zamanla ahlâkı, vicdanı ve hakkaniyeti piyasadan dışlamış; yerine faizle zenginleşenleri, başkasının emeği üzerinden yükselenleri koymuştur. Bu sistemde üretici emeğinin karşılığını alamaz; aracı, komisyoncu, banker, tekelci ve vergi toplayan devlet aygıtı arasında ezilir. Oysa Kur’an, kazancı sadece rızaya ve adalete dayandırır; rızıkta meşruiyeti bu ilkeye bağlar.

"Allah alışverişi helal, faizi haram kıldı."
(Bakara, 2/275)

Bu açık hüküm, rızkın helâl yollardan temin edilmesi gerektiğini belirtir. Faiz ve spekülasyonun temelini oluşturduğu modern finans sistemi, bu yönüyle hem ekonomik hem de imanî bir tehdit hâline gelmiştir. İnsanlar borçlandırılır, sonra bu borç “hukuken” meşrulaştırılır. Oysa Kur’an, borç üzerinden kazancı değil, üretime ve emeğe dayalı ticareti teşvik eder.

Tevhîdî Agorizm’in önerdiği karşı-ekonomi; yani sistem dışı, devlet kontrolü ve sömürüsünden azade alışveriş biçimi, işte bu ayetlerin pratikteki karşılığıdır. Burada ticaret, iki tarafın karşılıklı rızasına dayanır. Arada devletin vergi zorbalığı, bankaların faiz zinciri, tekellerin fiyat manipülasyonu, zorunlu lisanslar ya da bürokratik engeller yoktur. Sadece insanın insanla, mü’minin mü’minle yüz yüze, gönül gönüle yaptığı bir mübadele vardır.

Karşı-ekonominin özü, mü’minlerin rızıklarını Allah’tan bilerek, aralarındaki dayanışmayı ve adaleti önceleyerek kazanç elde etmeleridir. Bu, modern kapitalist zihniyeti alt eden, onunla çelişen bir ekonomi anlayışıdır. Devletin "kayıtlı ekonomi" dediği şey, aslında zulmün kayıt altına alınmasıdır. Oysa Kur’an, sadaka gibi doğrudan yardımlaşmayı ve zekât gibi topluluk içi yeniden dağıtımı önerirken hiçbir şekilde bir "devlet aracılığı" şart koşmaz.

"İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır."
(Necm, 53/39)

Bu ayet de gösterir ki, helal kazanç bireyin emeğine bağlıdır. Aracının, bankanın, devletin veya tekelin dayattığı hiçbir “hak” Kur’an’a göre meşru değildir. Tevhîdî Agorizm, bu nedenle, mü’minleri yeniden emeğe, üretime ve doğrudan toplumsal paylaşıma çağırır. Aracıyı ortadan kaldırmak, rızkı doğrudan helal kanallardan kazanmak ve bu kazancı ümmet bilinciyle bölüşmek—işte karşı-ekonominin ve helâl kazancın özü budur.

Sonuç olarak; bir Müslümanın kendisini modern kapitalist ağlardan soyutlaması, yalnızca bir tercih değil, bir iman meselesidir. Çünkü rızkı helal yoldan aramak, Allah’a güvenmenin ve kulluk bilincinin bir parçasıdır. Tevhîdî Agorizm bu güveni ve kulluğu toplumsallaştıran, helâl kazancı kolektif bir direnişe dönüştüren bir yoldur.


4. Yetimlerin, Mazlumların ve Fakirlerin Yanında Olmak

Kur’an, toplumsal adaleti gözetmeyi ve yoksulun hakkını gözetmeyi emreder.

"Yetimi itip kakar, yoksulu doyurmaya teşvik etmez."
(Maûn, 107/2-3)

Devlet destekli neoliberal sistemde yoksulluk sürekli üretilir. Tevhîdî Agorizm, toplumun en alt tabakalarını koruyan, onları ekonominin öznesi kılan dayanışmacı bir düzendir. Mahalle tabanlı kooperatifler, sadaka ekonomisi değil; onurlu, üretken bir yaşam sunar.

Modern kapitalist sistemde yoksulluk, bireysel tembelliğin değil; yapısal adaletsizliğin ürünüdür. Zenginlik belli ellerde birikirken, yoksulluk yaygınlaştırılır. Devlet, görünürde sosyal yardımlarla fakire el uzatıyor gibi görünse de, bu yardımlar çoğunlukla sistemin kendini aklama biçimidir. Sadakaya muhtaç hâle getirilen halk, bu yardımlarla itaat etmeye mecbur bırakılır. Neoliberal politikalarla önce istihdam olanakları yok edilir, ardından “sosyal devlet” adı altında sadaka temelli politikalarla halk bağımlılaştırılır.

Kur’an ise, yoksulun sadece “doyurulmasını” değil, onun yanında durulmasını, hakkının savunulmasını ve üretken bir özne hâline getirilmesini emreder. Maûn Suresi, dini yalanlayanların en temel özelliğini “yetimi itip kakmak” ve “yoksulu doyurmaya teşvik etmemek” olarak tanımlar. Bu, İslam’ın adalet anlayışında zayıfın korunmasının ne kadar merkezi bir yer tuttuğunun göstergesidir.

Tevhîdî Agorizm, yoksulluğu pasif bir yardımla çözmeye çalışmaz. Tam tersine, yoksulun üretken bir birey, onurlu bir katılımcı olarak yer aldığı ekonomik örgütlenmeler inşa etmeyi amaçlar. Mahalle temelli kooperatifler, ortak üretim ve takas sistemleri, yoksulu sadece “yardım edilmesi gereken bir nesne” olmaktan çıkarır; onu toplumun öznesi hâline getirir. Bu, sadaka kültüründen farklıdır; bu, infak kültürüdür. Sadaka yukarıdan aşağıya verilir; infak ise eşitler arası paylaşmadır. İnfak, müminin malını kardeşiyle ortaklaştırmasıdır. Ve bu, Kur’an’da sıkça emredilen bir dayanışma biçimidir:

“Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça asla iyiliğe erişemezsiniz.”
(Âl-i İmrân, 3/92)

Tevhîdî Agorist cemaatler, bu anlayışla; mallarını, üretim araçlarını ve imkânlarını yoksulla paylaşarak sadece fakirin karnını doyurmaz, onun ekonomik bağımsızlığını da inşa eder. Devletin “yardım programları” değil, müminlerin omuz omuza verdiği adil paylaşım ağlarıdır burada söz konusu olan.

Ayrıca, Tevhîdî Agorizm yoksulun onurunu gözetir. Çünkü İslam’da fakirlik bir ayıp değil; fakiri hor görmek ayıptır. Ve Tevhîdî Agorist sistemde hiç kimse bir diğerinden “aşağıda” değildir. Herkes Allah’a karşı eşittir; bu eşitlik, piyasada da, üretimde de geçerlidir. Zengin-fakir ayrımı; gücün değil, dayanışmanın konusu hâline gelir.

Bu sebeple, bir Müslüman yoksulun yanında durmak istiyorsa, bu yalnızca duayla ya da sadakayla değil; onunla birlikte alternatif bir ekonomi kurarak mümkün olur. Tevhîdî Agorizm, bu alternatifin adıdır. Hem ahlâkî, hem iktisadî, hem de toplumsal bir duruştur. Ve bu duruş, ancak Allah için verildiğinde gerçek anlamını bulur:

“Allah yolunda harcayın, kendi ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın.”
(Bakara, 2/195)

Yoksullar için infak etmemek, yalnızca onları değil; bütün toplumu tehlikeye atmaktır. Zira adaletin olmadığı yerde huzur da olmayacaktır. Bu yüzden Tevhîdî Agorist bir Müslüman, infakla sadece malını değil, düzenin zulmünü de ortadan kaldırmayı amaçlar.



5. Faizsiz ve Sömürüsüz Bir Ekonomi: Riba’ya Karşı Durmak

"Allah alışverişi helal, faizi haram kıldı."
(Bakara, 2/275)

Faiz, kapitalist ekonominin temelidir. Devlet bankaları ve özel sermaye faiz yoluyla serveti yukarıya taşır. Tevhîdî Agorizm, faizsiz iktisadî ilişkiler kurar; bireylerin birbirine doğrudan güvenle borç verdiği, ortak üretim yaptığı, riba'dan tamamen arınmış bir toplumsal yapı kurar.

Kur’ân’da faiz (riba), yalnızca bireysel ahlâki bir hata olarak değil; toplumsal düzeni bozan, zulüm doğuran sistematik bir günah olarak tanımlanır. Çünkü riba, emeğin değil, paranın üzerinden kazanç sağlamayı hedefler. Bu da servetin belirli ellerde toplanmasına, zengin ile fakir arasındaki uçurumun büyümesine ve toplumsal adaletin çürümesine neden olur. Allah bu yüzden faizle mücadeleyi çok açık ve net biçimde emreder:

“Eğer (faizi) terk etmezseniz, Allah ve Resulü tarafından size açılmış bir savaş olduğunu bilin.”
(Bakara, 2/279)

Bu ayet, İslâm’da faizli sisteme karşı durmanın sadece ahlâkî bir öneri değil; imani bir zorunluluk ve adeta bir savaş ilanı kadar ciddi bir tavır olduğunu ortaya koyar. Faiz, insanı kula kul yapar; borçlandırır, bağımlılaştırır ve özgürlüğünü elinden alır. Riba’ya dayalı sistem, yalnızca bireyleri değil; köylüleri toprağından, esnafı dükkânından, üreticiyi atölyesinden eder. Çünkü borç, zamanla tüm mülkiyeti el değiştirten bir sömürü aracına dönüşür.

Tevhîdî Agorizm, bu sömürü çarkını reddeder. İslâm’ın faizsiz iktisat ilkelerini yalnızca teoride değil, günlük hayatta ve yerel ekonomide uygulamayı hedefler. Burada kazanç, sermayeden değil; üretimden, ortaklıktan, yardımlaşmadan ve doğrudan mübadeleden elde edilir. Yani para para kazanmaz; insan emeğiyle, alın teriyle kazanır.

Tevhîdî Agorist toplumlarda insanlar, birbirine faizsiz borç verir. İhtiyaç hâlinde mallar, para değil; emek ve takas yoluyla paylaşılır. Hatta bu toplumlar içinde “kâr paylaşımı ortaklıkları” gibi modeller gelişebilir: biri üretimi yapar, diğeri hammaddesini temin eder, biri dağıtımı üstlenir ve sonunda kâr hakkaniyetle bölüşülür. Bu, hem İslam’daki mudarebe ve müşareke gibi ortaklık modellerine, hem de sömürüsüz ekonomiye uygun düşer.

Kapitalist düzende ise finansal sistemin tüm damarları riba ile örülüdür. Devlet bankaları, merkez bankası politikaları, borsa manipülasyonları, kredi kartları ve tüketici kredileri; hepsi insanları borçlandırmak üzerine inşa edilmiştir. Bu, sadece ekonomik bir sömürü değil; aynı zamanda ruhsal bir esarettir. Çünkü borçlanan insan, özgür karar veremez. Tevhîdî Agorist birey ise, Allah’tan başkasına borçlanmaz.

Kur’an, faizi hem yiyeni hem de vereni lanetler:

“Faiz yiyenler, ancak şeytan çarpmış gibi kalkarlar... Allah faizi yok eder, sadakaları ise kat kat artırır.”
(Bakara, 2/275–276)

Bu ilahi uyarı, bize açıkça gösteriyor ki, faizle yükselen hiçbir sistem kalıcı olamaz. Ama sadaka, infak, yardımlaşma ve ortaklık ile kurulan ekonomik düzen hem bereketli hem kalıcıdır. Tevhîdî Agorizm, işte bu ikinci yolu seçer: üretimi çoğaltarak, paylaşımı yayarak ve borçlanmaya değil kardeşliğe dayalı bir ekonomi kurarak…

Sonuçta riba, sadece cebimizi değil; ruhumuzu da zehirler. Onun alternatifi, Tevhîdî bir dayanışma ekonomisidir. Bu sistemde kazanç, sömürüyle değil, bereketle gelir. Ve bu bereketin kaynağı, yalnızca Allah’tır.


6. Zorbalığa Karşı Adaletli ve Yatay Toplum

"Şüphesiz ki Allah, size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emreder."
(Nisa, 4/58)

Devletçi sistemlerde güç, zorbaların elindedir. Bürokrasi, rüşvet ve sınıf ayrıcalığı adaleti imkânsızlaştırır. Tevhîdî Agorizm ise adaleti yatay örgütlenmelerle temin eder. Gücün tabana yayılması, Kur’ân’ın emrettiği “emaneti ehline verme” anlayışıyla örtüşür.

Modern ulus-devlet düzenlerinde “adalet” çoğu zaman sadece bir temenni olarak kalır. Yasalar, güçlülerin lehine yazılır; mahkemeler, ayrıcalıklıları korur. Bürokratik yapı halktan kopuktur, denetlenemezdir ve çoğu zaman halkın değil, sistemin devamlılığı için çalışır. Halk, sadece seçim günü hatırlanır; sonra iradesi, vekillerin ve teknokratların soyut mekanizmalarına teslim edilir. Bu sistem, adaleti değil, itaati üretir.

Oysa Kur’ân’da adalet; yukarıdan aşağıya değil, halkın kendi içinden doğan bir emanet sistemine dayalıdır. “Emaneti ehline vermek”, sadece yöneticilik görevini dürüst bir kişiye vermek değil; toplumun her alanında liyakatin, hakkaniyetin ve şeffaflığın esas alınması demektir. Bu, hem yatay bir yönetim modeli hem de doğrudan halk katılımına dayalı bir organizasyonu zorunlu kılar.

“Şüphesiz ki Allah, size emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emreder.”
(Nisa, 4/58)

Bu ayet, iki temel ilkeye dayanır:

  1. Emanetler ehline verilmeli, yani yetki, servet, bilgi, yöneticilik gibi toplumsal sorumluluklar sadece ehil olanlara, liyakat sahiplerine verilmelidir.

  2. Adaletle hükmedilmeli, yani kararlar ve uygulamalar adil, tarafsız ve herkes için erişilebilir olmalıdır.

Tevhîdî Agorizm, bu iki ilkeyi pratiğe döker. Devlet gibi merkezi yapılarla değil; yatay, mahalle temelli, şûraya dayalı örgütlenmelerle işler. Herkesin söz hakkı vardır. Her topluluk, kendi içinden çıkan ehil kişileri seçer; bu kişiler yönetici değil, “emanetçi”dir. Bu, sahabe döneminde uygulanan “istişare esaslı liderlik” modeline dayanır.

Bu yapı içerisinde güç, sadece aşağıdan yukarıya doğru geçicidir. Kimse “yetki sahibi” değildir; sadece belirli bir ihtiyaca cevap vermek üzere geçici sorumluluk alır. Rüşvet, imtiyaz, makam sevdası gibi devletçi sistemin yozlaştırıcı unsurları bu düzende yer bulamaz. Çünkü gücün meşruiyeti halkın rızasından, adaletin ise Allah’ın hükümlerinden gelir.

Tevhîdî Agorist topluluklarda adalet bir mahkeme salonunda değil, hayatın içinde işler. Sorunlar cemaatin içinde, şahitlerin önünde, şûra mantığıyla çözülür. Kimse yargıç değildir; herkes Allah’ın adaleti karşısında eşittir. Böyle bir yapıda kimse dokunulmaz değildir; kimse ayrıcalıklı da değildir.

Unutulmamalıdır ki, zulüm yalnızca zorbalıkla yapılmaz; adaletsizlik karşısında sessiz kalmak da bir zulümdür. Bu nedenle Tevhîdî Agorizm, pasif bir çekilme değil; adil bir toplumsal düzen kurma çabasıdır. Kur’ân’ın ahlâkını kolektif biçimde hayata geçirme teşebbüsüdür.

Çünkü biz biliyoruz ki:

“Allah adaleti, ihsanı ve yakınlara yardım etmeyi emreder. Çirkin işleri, fenalığı ve zorbalığı yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size öğüt verir.”
(Nahl, 16/90)

Bu ilahi çağrı, devletlerin anayasa girişlerinden çok daha öte bir toplumsal sözleşmedir. Ve bu sözleşmenin hakkını vermek için, adaletin halkın eline döndüğü, şûraya dayalı, emanete sadık bir toplum gereklidir. İşte Tevhîdî Agorizm, bu gerekliliğe verilen Kur’ânî bir cevaptır.


Sonuç: Tevhîdî Agorizm, Kur’anî Bir Tavırdır

Bugün bir Müslüman yalnızca bireysel ibadetle yetinemez. Sömürüyü, zulmü, tâğutu reddetmeyen bir yaşam, Tevhîd’in pratiğini eksik bırakır. Tevhîdî Agorizm, Müslümanların Kur’ân’a uygun bir alternatif oluşturma sorumluluğunun çağdaş bir ifadesidir.

Müslüman olmak, Allah’tan başkasına boyun eğmemektir. İşte bu yüzden, bizler Tevhîdî Agoristiz.


Marx hakkında...

 Emeğin Tanrısı, Sistemin Zinciri: Marx’a Dostane Bir Eleştiri



Karl Marx… Bir asırdan fazladır, ezilenlerin, emekçilerin ve sistem mağdurlarının dilinde yankılanan büyük bir isim. Fikirleriyle düzeni sarsmış, teorisiyle çağları biçimlendirmiş bir düşünür. Onu okumak, bir tür zihinsel devrim deneyimidir. Fakat onu kutsamak, düşüncenin doğal gelişimini boğar. Ben Marx’a inananlardan değilim ama onun çabalarına saygı duyanlardanım. Ve tam da bu sebeple, burada dostane bir eleştiriyle karşınızdayım.

I. Marx’ın Mücadelesi: Bir Aydın Olarak Onuru

Marx, yalnızca bir ekonomist ya da filozof değildi; aynı zamanda çağının vicdanıydı. Sanayi Devrimi’nin yeni tanrılarla dolu çelik tapınaklarında insanlar birer makineye indirgenirken, Marx o tapınakların içine girip onların kutsal varsayımlarını sorgulayan ilk düşünürlerden biri oldu. Yazdığı her cümle, yaşadığı çağın kahrıyla damgalanmıştı. O, sadece sistemin kurallarını anlamaya çalışan biri değildi; aynı zamanda o kuralların kimleri ezdiğini, kimleri büyüttüğünü ve kimleri görünmezleştirdiğini görebilen nadir bir gözlemciydi.

Kapital, yalnızca bir iktisat kitabı değil, insanlık tarihinin en derin eleştirel metinlerinden biridir. Marx, sermayenin nasıl işlediğini değil, nasıl hükmettiğini; meta ilişkilerinin nasıl üretildiğini değil, nasıl kutsallaştırıldığını anlatır. Artı değer teorisi, yalnızca emek sömürüsünü tarif etmekle kalmaz, aynı zamanda modern zamanların görünmez kölelik biçimini deşifre eder. O, değerin üretim sürecinde çarpıtıldığını, insan emeğinin bir metaya, bir ölçü birimine, bir hesaba indirgenerek insanın bizzat kendisinin metalaştırıldığını göstermiştir.

Marx’ın en büyük gücü, yaşadığı çağın çelişkilerini kişisel bir ahlâkî kaygı ile ele almasıdır. Onun için devrim bir entelektüel fantezi değil, vicdanî bir zorunluluktu. Ezilenlerin acısı, onun için sadece bir “veri” değil; aynı zamanda felsefî bir yıkım sebebiydi. Belki de bu yüzden Marx’ın metinleri yalnızca anlaşılmak için değil; hissedilmek, içe sindirilmek için yazılmış gibidir.

Fakat her büyük teşhis, beraberinde büyük bir tedavi sorumluluğu da doğurur. Marx, hastalığı maharetle teşhis etmiş; kapitalizmin kalbindeki çürümüşlüğü soymuş, onun ideolojik kılıflarını yerle bir etmiştir. Ancak sunduğu çözüm –yani proletarya diktatörlüğü üzerinden komünist toplum– uygulamada çoğu zaman yeni bir tahakküm biçimine dönüşmüş; insanı kurtarmak yerine başka bir sistem içinde sıkıştırmıştır.

Zira bir sistemi anlamakla onu dönüştürmek aynı şey değildir. Marx’ın sistemi anlama biçimi son derece derin ve yapısaldı; fakat dönüşüm önerisi, bazen bu derinliğin gerisinde kalmış, insan doğasının çok katmanlı yapısını yeterince hesaba katmamıştır.

Onun sistem karşıtlığı, sistemin kendisini devlete yüklerken; çözüm olarak da devleti –geçici de olsa– bir devrim aygıtı olarak yeniden kurmayı öngörür. Oysa bu, Marx’ın yıktığı tanrılar yerine yeni putlar dikmekten ibaret olabilir. Devrimciler eski iktidarı yıkar, ama çoğu zaman eski iktidarın yöntemlerini ödünç alarak yenisini kurarlar.

Buna rağmen Marx’ın çabası küçümsenemez. Çünkü o, bugüne kadar süregelen birçok alternatif düşünce akımının önünü açmış, farklı yol ve yaklaşımlar için kapı aralamıştır. Kendi içindeki çelişkilere rağmen, bir aydın olarak onuru, çabası ve samimiyeti inkâr edilemez.

Ve bu nedenle, onu eleştirirken dahi, onu dinlemeye devam etmek gerekir. Çünkü Marx yalnızca “ne yapılmaması gerektiğini” değil; aynı zamanda “ne sorulması gerektiğini” de bize öğretmiştir.

Marx, bir sistemi analiz ederken onu yalnızca parçalarına ayırmadı; onun ruhunu da açığa çıkardı. Kapitalist düzenin yalnız ekonomik değil, aynı zamanda ideolojik, kültürel ve hatta psikolojik bir tahakküm aracı olduğunu gösterdi. Bu, onun devrimci yönteminin yalnızca maddî yapılarla değil; aynı zamanda insan zihniyle, davranış kalıplarıyla, alışkanlıklarla da ilgilendiğini gösterir.

Yine de Marx’ın yapısalcılığı, bazen bireysel iradeyi gölgede bırakır. Onun analizinde, insanlar çoğu zaman tarihsel süreçlerin taşıyıcısı olarak görünür: sınıfların temsilcileri, üretim ilişkilerinin aktörleri, ideolojilerin nesneleri. Oysa birey; sadece konumlanan değil, anlam veren bir varlıktır. Marx’ın devrim anlayışı, bu anlam verme kapasitesini çoğu zaman kolektif bilince indirger. Ama insan, yalnızca sınıfın değil, aynı zamanda manevî arayışın da temsilcisidir.

Bugün bizler, Marx’ın açtığı yolda yürümek zorunda değiliz; ama onun açtığı bakış açısıyla düşünmekle yükümlüyüz. Kapitalizmin çarkları hâlâ dönüyor, yalnızca fabrika dumanlarında değil; algoritmalarda, verilerde, dijital kölelik biçimlerinde. Üretim ilişkileri sanallaşmış olabilir ama sömürü, biçim değiştirmiş bir gerçeklik olarak devam etmektedir.

İşte tam burada Marx’ın çözüm önerilerinin sınırları görünür hâle gelir. Bugünün dünyasında, kapitalizmin merkezî düşmanı sadece mülkiyet yapısı değil; aynı zamanda dağıtılmış otorite, gözetim teknolojisi, gönüllü köleliktir. Yeni tahakküm biçimleri, artık yalnızca patronlarda değil; kullanıcı sözleşmelerinde, reklam algoritmalarında, kimlik politikalarında gizlenir. Bu yüzden eski reçeteler yetmez. Yeni mücadele biçimleri, yeni ahlâkî ilkeler ve daha derin bir varlık anlayışı gerekir.

Ben Marx’ın niyetine inandım; ama yöntemine değil. Onun çağındaki sınıflar keskin ve belirgindi; bugünün sömürü biçimleri ise akışkan, esnek ve daha içselleştirilmiş. Bu yüzden bir ütopya değil; bir direniş tarzı, bir ahlâkî örgütlenme modeli gerekiyor. Tevhîdî Agorizm gibi yeni arayışlar, tam da bu noktada Marx’tan esinlenir ama ona teslim olmaz. Sistem karşıtlığı ile vahiy temelli bir adalet arayışı arasında köprü kurar.

Marx bize “neye karşı çıkmamız gerektiğini” öğretti. Şimdi görevimiz “neyi nasıl inşa edeceğimizi” sormaktır. Onu geçmek, onu silmek değil; onun bıraktığı boşluğu daha hakikatli, daha katılımcı, daha insanca bir dille doldurmaktır.

Ve belki de en fazla şunu unutmamaktır:
Her büyük fikir, kendisinden sonraki itirazların doğumuna vesile olur.

Bu nedenle çağımızın sorusu yalnızca “kapitalizmi nasıl yıkacağız?” değil, aynı zamanda “kapitalizmin dışına nasıl çıkacağız?” sorusudur. Çünkü sistem sadece bir tahakküm biçimi değil; bir düşünme, hissetme ve yaşama biçimi hâline gelmiştir. Artık çelişki yalnız patronla işçi arasında değil, insanın iç dünyasında yaşanmaktadır. İnsan, kendi tüketiminden, kendi konum arzusundan, kendi görsel imgesinden bile soyunmadan bu sistemden çıkamaz.

İşte burada, Marx’ın bıraktığı yerden devam etmek isteyenlerin sıklıkla tökezlediği bir eşiğe geliyoruz: yeni bir toplumu tasarlamakla, yaşanabilir bir topluluğu kurmak aynı şey değildir. Marx bir sistemin analizini büyük bir maharetle sundu, ancak mikro ölçekte, gündelik hayatta, ahlâkî düzlemde bu sistemi nasıl aşacağımıza dair somut modeller bırakmadı. Çünkü o, dönüşümü devrimle, toplumu tarihle, insanı sınıfla açıkladı. Hâlbuki insanın kurtuluşu bazen tarihin dışına çekilmekle, bazen küçük bir pazar yerinde kurulan adil bir alışverişle, bazen de sadece bir sözün tutulmasıyla başlar.

Bu yüzden bugün ihtiyacımız olan şey, yaşamı inkılâp gibi değil, inşa gibi görmektir.

Tevhîdî Agorizm bu inşa fikrini merkeze alır. Devrimi yukarıdan bir yıkım olarak değil, aşağıdan bir kurgu, bir yapı olarak tasavvur eder. Bu yaklaşım, Marx’ın maddî gerçeklik analizini alır; ama onu vahiy merkezli bir ahlâkla yoğurur. İnsan yalnızca üretim yapan bir varlık değil, emanet taşıyan bir varlıktır. Mülk, yalnızca iktisadî bir araç değil; ilâhî bir sınavdır. Takas, yalnızca alternatif bir alışveriş biçimi değil; mülkün şirkten arındırılmış, sadakate dayalı bir formudur.

Biz artık büyük teorilerin ve hazır ütopyaların peşinde değiliz. Bizim ihtiyacımız olan şey, yeryüzünde küçük ama sahici yankılar yaratacak, adaletin önce kalpte, sonra pazarda, sonra toplumda yeşereceği örneklerdir. Yıkılmış sistemlerin küllerinden doğacak olan şey, bir ideoloji değil; bir ahlâkî ekosistem olmalıdır.

Marx bu çağın eleştirisini yaptı. Biz bu çağın şahitliğini yapmalıyız. O sistemin ruhunu teşhir etti. Biz o ruha karşı başka bir nefes üflemeliyiz. O sistemi analiz etti. Biz sistemi terk edenleri bir araya getirmeliyiz.

Ve her terk ediş, aynı zamanda yeni bir doğuştur.
Yalnız kalmış her fikir, bir gün hakikatin sesiyle tekrar can bulur.
Ve her dürüst eleştiri, aslında vefalı bir sadakattir.

Marx’a karşı yazmadım bu satırları — onunla yol ayrımında bir selam verdim.

II. Tarihsel Determinizmin Kırılganlığı

Marx’ın tarih anlayışı “tarihsel materyalizm” üzerine kurulur. İnsanlık tarihi, üretim araçlarının gelişimine bağlı olarak aşamalarla ilerler: İlkel komünal → kölecilik → feodalizm → kapitalizm → sosyalizm → komünizm…

Bu yaklaşım, tarihî süreci makineleştirir. İnsan iradesi, ahlâkî tercihleri ya da toplulukların kültürel özgünlüğü neredeyse hiç hesaba katılmaz.
Hâlbuki tarih, tek çizgili bir nehir değil, çok yönlü akan bir deltalardır. Direniş, sadece üretim ilişkilerine değil; inanca, geleneğe, hatta anlam arayışına da dayanabilir. Marx, bu karmaşıklığı zaman zaman indirger ve devrimi kaçınılmaz bir fizik yasası gibi sunar. Ama tarih, yasa tanımaz; sadece iz sürer.

Tarihi yalnızca üretim araçlarının gelişimine indirgemek, onu bir mühendislik problemi gibi ele almaktır. Oysa tarih, ne salt maddeyle yazılır, ne de sadece zorunluluklarla şekillenir. Tarih, insanın hatırlama biçimi kadar, unutma biçimiyle de inşa olur. Bazen bir halk, bin yıllık acıyı unutur da yeniden zincirlenir; bazen bir kişi, hatırladığı bir sözle bütün düzeni sarsar.

Marx’ın tarihsel materyalizmi, sistemli ve tutarlı olsa da, insanı irade sahibi bir özne olmaktan çok, tarihin taşıyıcısı bir nesneye dönüştürür. Bu düşüncede birey, çoğu zaman büyük süreçlerin, yapısal dönüşümlerin, üretim temelli çatışmaların bir ürünü olarak konumlanır. Fakat insanın tarihi bu kadar düz çizgili değildir. Bazen en zayıf görünen kişi, tarihin akışını bükebilir. Bazen bir toplum, kendisinden beklenmeyen bir anda büyük bir sıçrama yapabilir — ve bu sıçramayı sağlayan şey ne üretim ilişkileri, ne sınıf bilinci, ne de ekonomik zorunluluklardır; yalnızca anlamdır.

Bu yüzden tarih, yalnızca analiz edilecek bir süreç değil; aynı zamanda anlamlandırılacak bir yoldur. Ve bu anlam, sadece üretim tarzıyla değil, hakikatle, adaletle, inançla ve hatta özlemle kurulur.

Tarihsel materyalizm, her şeyi bir ilerleme modeli olarak sunar. Ama ilerleme her zaman kurtuluş anlamına gelmez. İnsanlık birçok kez “ileri” gitmiştir ama bu, hep iyiye doğru olduğu anlamına gelmez. Atom bombası da ilerlemenin bir sonucudur, algoritmik kölelik de. Eğer ilerleme fikrinin içinde ahlâk yoksa, o zaman tarih ilerledikçe değil, çöktükçe yol alır.

Marx’ın tarihsel modeli, devrimi neredeyse bir doğa yasası gibi sunar: Kapitalizmin çelişkileri derinleştikçe, işçi sınıfı bilinç kazanır ve devrim kaçınılmaz olur. Oysa devrim, bir matematiksel sonuç değil; bir insanlık kararıdır. Bazen çelişkiler artar ama teslimiyet yayılır. Bazen sınıf bilinci doğar ama karşılık bulmaz. İnsan, yalnızca ekonomik şartların ürünü değildir. Umut, korku, inanç ve hayal gücü — bunlar tarih yazan görünmez kalemlerdir.

Tevhîdî Agorizm, tarihe başka bir gözle bakar. O, insanı yalnızca bir üretici, bir sınıf öznesi, bir tarihsel kategori olarak görmez. İnsan, Allah’a karşı sorumlu bir varlıktır; yaptığı her tercih, sadece dünyevî değil, aynı zamanda uhrevîdir. Dolayısıyla tarih, sadece üretim güçlerinin evrimi değil; aynı zamanda kulluğun, sorumluluğun ve anlam arayışının sahnesidir. Bu yüzden Tevhîdî bir tarih okuması, materyalist çizgiyi yırtarak tarihe müdahil olma hakkı doğurur. İnsan, yazgısını sorgulayabilir, yeniden çizebilir. Tarih, tek bir yoldan değil; milyonlarca istikametten oluşur. Ve her istikamet, yeni bir inşa iradesi doğurabilir.

Bu nedenle Marx’ın tarih anlayışı bir başlangıçtır, bir çerçevedir. Ama o çerçevenin dışında kalanı da görmek gerekir. Tarih yalnızca mülkiyet ilişkileriyle değil, mülkün sahibi kimdir sorusuyla da yazılır. Ve işte o soru, insanı yalnızca üretimin değil, hakikatin de öznesi hâline getirir.

Tarih, yalnızca olup bitmiş olayların sıralı bir toplamı değil; her an yeniden açılabilen bir imkân kitabıdır. O kitap, bazı ellerde kadere indirgenir, bazı ellerde istismara. Ama hakikatin izini sürenler için tarih, insanın yeryüzünde bıraktığı niyetlerin, ihanetlerin ve sadakatlerin haritasıdır. Ve o harita, her nesilde yeniden çizilir.

Marx’ın tarih anlayışı, devrimci değişimi neredeyse jeolojik bir zorunluluk gibi sunarken; Tevhîdî Agorizm, değişimin öznesini yalnızca sınıfa değil, vicdana dayandırır. Çünkü gerçek dönüşüm, ekonomik yapının değişmesinden önce, insanın iç dünyasında başlar. Kapitalizmi alt edecek şey yalnızca kolektif öfke değil, ahlâkî bir yeniden uyanıştır.

Bu bağlamda Tevhîdî Agorizm, tarihsel süreci belirleyen asli unsuru “üretim tarzı” değil, hesap günü bilinci olarak tanımlar. Zira bir toplumun tarih içindeki konumu, ne kadar üretim yaptığıyla değil; üretimini ne için ve nasıl yaptığıyla anlam kazanır. Bu, tarih içinde “ilerleme” değil; tarih boyunca “sorumluluk alma” arzusudur. Ve bu arzunun kaynağı, ekonomik çelişkilerden değil; hikmetle örülmüş bir adalet anlayışından gelir.

Tarihi hakikatle bağdaştırmayan her teori, sonunda bir propagandaya dönüşür. Tevhîdî bakış ise, tarihi salt bir insanlık mücadelesi değil, aynı zamanda ilâhî bir emanetin yeryüzündeki imtihanı olarak kavrar. Bu yüzden tarih, yalnızca neyin nasıl değiştiği değil; kimin neden değiştiği sorusunu da sormalıdır.

Marx, insanlık tarihini sınıf savaşlarının tarihi olarak tanımladı. Bu doğrudur ama eksiktir. Çünkü insanlık tarihi aynı zamanda, güçle ahlâk arasında geçen bir hesaplaşmanın da tarihidir. Ve bu hesaplaşma, çoğu kez meydanlarda değil; pazarlarda, aile içinde, topluluklarda, yani gündelik hayatın kıyısında yaşanır.

O hâlde, bizim tarih anlayışımız, yalnızca büyük olayların değil; küçük sadakatlerin, sessiz direnişlerin, unutturulmuş dayanışmaların da izini sürmelidir. Çünkü hakikat, çoğu zaman arşivlerde değil; kalplerde saklıdır. Ve tarih, yalnızca yazıldığında değil, yaşandığında da kutsal bir iz taşır.

Bu nedenle bizler, Marx’ın tarih anlayışını bir temel olarak alabiliriz. Ama üstüne başka bir bina kurmak zorundayız. O binanın harcı, mülkiyet ilişkilerinden değil; emanet ahlâkından, vicdanî dayanışmadan ve ilkesel adaletten oluşmalıdır. Ve işte o zaman, tarih yalnızca anlatılan değil; yaşanabilir bir gerçekliğe dönüşür.

III. Devlet ve Şiddet: Geçici Araç mı, Kalıcı Sorun mu?

Marx’a göre devlet, egemen sınıfın baskı aracıdır. Bu tespiti, günümüz otoriter yapılarında hâlâ doğruluğunu korur. Ancak çözüm olarak öne sürdüğü şey –proletarya diktatörlüğü– yeni bir merkezîleşme biçimidir. “Geçici” olarak sunulan bu durum, çoğu örnekte kalıcı bir tahakküm düzenine evrilmiştir.

Sistemi yıkan şiddetin, yeni sistemin kurucusu haline geldiği yerde, özgürlük yeniden ertelenir. Marx, devleti çözeceğini söyler ama önce onu güçlendirmek gerektiğine inanır. Oysa bu, suyu ateşle söndürmeye çalışmaktır. Hakiki bir çözüm, yukarıdan aşağı değil; aşağıdan yukarı, gönüllü, yatay ve ahlâkî bir örgütlenmeyi esas almalıdır.

Devlet, Marx için tarihsel bir araçtır; sınıf çatışmalarının sonucunda ortaya çıkan ve egemen sınıfın çıkarlarını koruyan bir baskı aygıtı. Fakat bu tespit doğru olduğu kadar yetersizdir. Çünkü Marx, baskının kaynağını yalnızca sınıfsal menfaatlerde arar; devleti yalnızca bu menfaatlerin bir yansıması olarak görür. Böylece devletin, kendi başına bir varlık, bir karakter ve hatta bir patoloji geliştirebileceğini göz ardı eder.

Tarih, bize devletin sadece egemen sınıfın değil, kendi varlığının devamını sağlayacak her yapının hizmetkârı hâline gelebileceğini göstermiştir. Devlet, bazen işçi adına işçiye baskı uygular; bazen halk adına halkı susturur; bazen güvenlik adına korkuyu yaygınlaştırır. Dolayısıyla sorun yalnızca kimin devlete sahip olduğu değil, devletin bizzat varlığıdır.

Marx’ın çözümü olan proletarya diktatörlüğü, “geçici” olacağı söylenen bir iktidar biçimi olarak sunulur. Fakat tarih, bu geçiciliğin nasıl da kalıcılaştığını, yeni bürokrasilerin, yeni sınıfların, yeni tahakküm katmanlarının nasıl oluştuğunu defalarca gösterdi. Şiddetle alınan iktidar, şiddeti kendine bekçi yapar. Devletin şiddeti ortadan kaldırmak yerine tekelleştirdiği yerde, halk artık yalnızca özgürlük mücadelesi değil, devlete karşı hayatta kalma mücadelesi verir.

Oysa hakikî adalet, yukarıdan aşağıya dayatılan değil; aşağıdan yukarıya, gönüllü biçimde kurulan bir dengede yeşerir. Devletin olmadığı bir toplum hayal etmek romantik değil; ahlâkî bir zorunluluktur. Çünkü tahakküm, yalnızca kimin yönettiğiyle değil, yönetme eyleminin doğasıyla ilgilidir. Ve hiçbir kutsal metin, insanların birbirine Rab olması gerektiğini söylemez.

Tevhîdî Agorizm bu noktada devleti, sadece sınıf çıkarlarının değil; tevhid dışı iktidar anlayışlarının da tezahürü olarak görür. Şirk, yalnızca putlara tapmakla olmaz; yönetme hakkını Allah’tan başka bir merciye atfetmek de şirktir. Bu nedenle devlete karşı olmak, sadece politik bir pozisyon değil; imanî bir duruştur.

Devletin alternatifi kaos değildir. Aksine, halkın iradesiyle şekillenmiş yatay örgütlenmeler, cemaat temelli dayanışma ağları, karşı-ekonomik birliktelikler ve ahlâk merkezli sözleşmeler, toplumun asli dokusunu oluşturur. Otorite, yukarıdan inmez; emanet olarak aşağıdan yükselir. Ve bu emanet, halkın denetimine, şeffaflığa, dürüstlüğe ve hesap verebilirliğe dayanır.

Tevhîdî Agorizm, iktidarı değil; adaleti önceleyen bir örgütlenmeyi savunur. Bu örgütlenme, ne orduya ne saraya ne bayrağa ne de bakanlığa ihtiyaç duyar. Yeryüzü halklarının ortak vicdanı, en büyük meşruiyet kaynağıdır. Şiddetle alınmayan bir iktidar, şiddetle korunmak zorunda kalmaz.

Bu nedenle Marx’ın devleti araçsallaştırma fikri, kısa vadeli stratejik kazanımlar uğruna uzun vadeli ahlâkî kayıpları göze alır. Oysa bizim mücadelemiz, yalnızca zaferle değil; yöntemle de anlam kazanır. Çünkü hedef özgürlükse, yol da özgür olmalıdır.

Devlet yalnızca fiziksel bir aygıt değil, aynı zamanda zihinsel bir yapıdır. Onun en kalıcı gücü, tanklarında ya da yasalarında değil; insanların bilinçlerine ektiği boyun eğme alışkanlığındadır. Bu yüzden gerçek özgürlük, yalnızca devletten kurtulmakla değil, devletin içimizdeki yankısından da kurtulmakla mümkündür.

Marx’ın çözümlemesi, devletin sınıfsal bir tahakküm mekanizması olduğunu gösterse de, onun zihinsel etkisini yeterince sorgulamaz. Oysa bir insan, devrim yaptığını sanırken bile devlet gibi davranabilir; emir verir, cezalandırır, itaat bekler. İşte bu, şiddetin ruhumuza sızmış hâlidir. Ve şiddetin şekil değiştirmiş bu hâli, devletsiz görünen alanlarda bile mikro iktidar biçimleri olarak yaşar.

Bu yüzden Tevhîdî Agorizm’in devlete karşı duruşu, sadece politik değil; aynı zamanda ruhsal bir arınma çağrısıdır. Devlete benzeyen her davranış, her kurum, her alışkanlık sorgulanmalıdır. Hiyerarşi yalnızca kurumlarda değil; sözlerde, bakışlarda, hatta beklentilerde bile kendini yeniden üretir. Gerçek yataylık, yalnızca yapısal değil; ahlâkî bir duruşla mümkündür.

Ve burada devreye emanet fikri girer. Tevhîdî Agorizm, yönetimi bir hak değil; bir emanet olarak görür. Bu emanet, insanların rızasına, adalet terazisine ve hesap verebilirliğe dayanır. Zorla alınmaz, zorla korunmaz. Kardeşlik içinde taşınır, gerektiğinde geri verilir. Bu nedenle otorite değil; sorumluluk önemlidir. Çünkü Allah’a karşı sorumlu olan bir topluluk, halkına zulmetmez.

Ayrıca şiddet yalnızca fiziksellikle değil, ekonomiyle, dille ve hatta zamanla da işleyebilir. Devlet, zamanımızı çalar; emeğimizi alır; dilimizi yutar; topluluklarımızı yalnızlaştırır. Buna karşı önerilen çözüm sadece bir “başka devlet” değildir. Asıl mesele, devletin dışında bir toplumsal bilinç üretmektir. Bu bilinç, ancak birlikte yaşamanın adil ve ahlâkî yollarını yeniden inşa ederek var olabilir.

Tevhîdî Agorizm, devletin alternatifi olarak bir boşluk önermez. O boşluğu, karşı-ekonomik birlikteliklerle, komünal dayanışmalarla, ortak vicdanın yeniden inşasıyla doldurur. Bu, ne bir parti çalışmasıdır ne de bir darbe planı. Bu, kendi kendine yeten bir cemaatin, adalet duygusuyla hareket eden bir halkın ayağa kalkmasıdır. Ne merkezi komiteye ne zorunlu bir planlamaya ihtiyaç duyar. Çünkü hakikat planlı değil, paylaşılır; özgürlük örgütlenmez, yaşanır.

Bu yüzden hedefimiz bir devlet yıkmak değil; devletin yeniden doğmamasını sağlayacak bir toplumsal zemin kurmaktır. Bu zemin, ancak bireylerin ve toplulukların karşılıklı emanet bilinciyle, ahlâkî sadakatle ve ortak rıza ile mümkündür.

Marx’ın sunduğu devrim modeli, belki çağının en radikal cevabıydı. Ama çağımızın sorusu değişti:
Nasıl yıkarız? değil.
Nasıl birlikte yaşarız?

IV. Ekonomi Anlayışı: Her Şey Emeğe mi Dairdir?

Marx için insan, üretim ilişkilerinin sonucudur. Ona göre özgürlük, üretim araçlarının ortak mülkiyetiyle mümkündür. Bu yaklaşım değerli olsa da dar bir çerçeve çizer. İnsanın anlam arayışı, yalnız üretim ve tüketimle sınırlı değildir. Ortak mülkiyet, insan doğasına uygun olabilir; ama mülkiyetsizlik tek başına kurtuluş değildir. Çünkü mülkün adı değil, mülk üzerindeki ahlâkî anlayış belirleyicidir.

Ayrıca her şeyin “emek” üzerinden ölçülmesi, insanı yalnızca bir üretici hayvana indirger. Hâlbuki değer, bazen söylenmeyen bir sözde, karşılıksız bir iyilikte ya da sessiz bir direnişte gizlidir.

Marx’ın ekonomi anlayışı, emeği merkeze alır. Emek, değerin kaynağıdır; üretim, özgürlüğün ön şartıdır. Bu bakış, kapitalizmin insan emeğini bir meta hâline getirerek sömürdüğü gerçeğini çarpıcı biçimde açığa çıkarır. Ancak mesele sadece emeğin değeri değil; değerin neye göre, kim tarafından ve hangi niyetle belirlendiğidir.

İnsanı yalnızca emek üzerinden tanımlamak, onun çok katmanlı varoluşunu göz ardı eder. İnsan, yalnız çalışan, üreten, paylaşan değil; aynı zamanda düşünen, hisseden, şükreden ve yeri geldiğinde hiçbir karşılık beklemeden veren bir varlıktır. Değer, her zaman ölçülebilir değildir. Bir annenin merhameti, bir çobanın sabrı, bir dostun sadakati — bu gibi şeyler hiçbir üretim aracıyla ölçülemez ama bir toplumu ayakta tutan asıl bağlardır.

Marx’ın materyalist ekonomisi, değeri nesnelleştirmek isterken; bazen ruhu, niyeti, ahlâkı dışarda bırakır. Oysa bir toplumun ekonomik yapısı yalnızca nasıl ürettiğiyle değil, neye değer verdiğiyle de ilgilidir. Ve işte bu nokta, Tevhîdî Agorizm ile Marx’ın yollarını belirgin biçimde ayırır.

Tevhîdî Agorizm, değeri sadece üretim miktarında değil; niyetin saflığında, paylaşımın adaletinde ve mülkün emanet olarak kavranışında görür. Mülk, yalnızca sahip olunacak bir şey değil; sorumluluk gerektiren bir emanettir. Kapitalizm, mülkü kutsar; komünizm, mülkiyeti ortadan kaldırır. Tevhîdî Agorizm ise mülkiyeti emanete dönüştürür.

Mülkiyeti tamamen reddetmek, bireysel sorumluluğu da bulanıklaştırabilir. Çünkü mülk yoksa, emanetten de söz edilemez. Oysa bir insana bir şey teslim edildiğinde —bir toprak, bir araç, bir yetenek, bir bilgi— o kişi artık sadece kullanıcı değil; emanetçi olur. Ve bu emanet, Allah’a karşı verilen bir söz gibidir: Ziyan edilmez, adaletsizce paylaşılmaz, sömürü aracı hâline getirilmez.

Ekonomik eşitlik, sadece herkesin aynı şeye sahip olması değil; herkesin hakkıyla, ahlâkla, vicdanla ilişki kurmasıdır. Bu bağlamda “mülkiyetin ortaklaşması”nın amacı, yalnızca zenginliği bölüştürmek değil; zihinsel iktidarı dağıtmaktır. Çünkü meta sadece bir nesne değildir; aynı zamanda bir algıdır, bir hiyerarşi biçimidir.

Tevhîdî Agorizm’in ekonomi anlayışı, insanı “üretim makinesi” değil, ahlâkî bir fail olarak görür. O üretir; ama tüketmek için değil, paylaşmak için. O kazanır; ama biriktirmek için değil, bereketi yaymak için. Dolayısıyla ekonomik düzen, verimliliğe değil; vicdana, özveriye, tevazuya dayanır.

Çünkü insan, yalnızca emekle tanımlandığında eksilir. Ama emek, ahlâkla buluştuğunda şeref doğar.

Kapitalist sistemde ekonomi, rakamlarla ve büyüme oranlarıyla tanımlanır. Oysa bereket, sayılarda değil; niyette ve paylaşımda gizlidir. Tevhîdî Agorizm için ekonomi, sadece üretim ve tüketimden ibaret bir devinim değildir; aynı zamanda imanın pratiğe dökülmesidir. Alışveriş, sadece bir mal devri değil; bir sözleşmedir. Paylaşmak, sadece bölüşmek değil; bir hak teslimidir. Ve kazanmak, yalnızca biriktirmek değil; infak etmek, çoğaltmak, bereketlendirmektir.

Bu bakışla, “zenginlik” yeniden tanımlanır. Zengin olan, en çok mülke sahip olan değil; emaneti en iyi taşıyandır. En çok kar eden değil; en az sömüren, en çok paylaşandır. Böylece ekonomi, teknik bir mesele olmaktan çıkar, ahlâkî bir dokuya dönüşür. Bu dokuda faiz haramdır; spekülasyon haramdır; aldatmak, gizlemek, emek sömürmek haramdır. Bu yasaklar sadece dinî değil; aynı zamanda toplumsal direnişin de temelidir.

Tevhîdî Agorizm, ekonomik düzenin adaletsizliğine karşı karşı-ekonomik yolları önerir. Bu yollar, sistem dışı değil; sistemi bozan, parçalayarak dönüştüren araçlardır. Devlete vergi vermeyen, kapitaliste kar sağlamayan, banka kullanmayan, yerel ve doğrudan ilişkilere dayalı gölge piyasalar; ahlâklı ticaretin ve özgür dayanışmanın mekânlarıdır. Bu mekânlar, yalnızca malların değil; özgürlüğün ve sadakatin de değiş tokuş edildiği alanlardır.

Karşı-ekonomik faaliyet, sadece takas ya da karaborsa değildir; bağımsızlaşmanın ve dayanışmanın eylemidir. Bir üretici, ürününü pazara değil; cemaatine sunar. Bir zanaatkâr, emeğini zincir mağazalara değil; komşularına harcar. Bir genç, sermaye için değil; ümmetin dirilişi için çalışır. Böylece ekonomi, hiyerarşiyi değil; kardeşliği üretir.

Bu alternatif sistemin özü, iktisadî tevazudur. Yani her şeyden önce kendine yetmek, sonra da başkasına yetebilmek. Çünkü asıl refah, başkasının refahına katkı sunabildiğin ölçüde anlamlıdır. Bu yüzden Tevhîdî Agorizm’de üretim kutsal, fakat kutsallığı niyetinden gelir. O üretim, insanı tüketmesin, doğayı sömürmesin, toplumu yozlaştırmasın diye yapılır.

Kapitalist ekonomide insan, metaya hizmet eder; burada ise meta, insana hizmet eder. Kapitalist mantıkta kazanç rekabetle büyür; burada ise sadakatle, merhametle, emanetle büyür.

Bu nedenle, yeni bir dünya kurulacaksa bu yalnızca silahlarla, politik metinlerle ya da teorik manifestolarla değil; ahlâkî bir ekonomi pratiğiyle mümkündür. Ve o pratiğin temeli, şu soruda gizlidir:

“Sahip olduğum bana mı ait, yoksa ben ona mı aitim?”

İşte bu soruya verilen cevaptır, insanı ya bir tüketici köleye ya da emanet taşıyan özgür bir varlığa dönüştüren.

V. Kapitalizm Eleştirisinin Ötesine Geçmek

Marx, kapitalizmi haklı olarak eleştirir. Ama çoğu zaman “alternatif” olarak sunduğu şey, kapitalizmin simetrik zıttı olur: Üretimin kolektifleştirilmesi, merkezî planlama, bürokratik denetim… Bu öneriler, bireyi devlete karşı daha da güçsüz hâle getirebilir.

Bugün yeni alternatifler gerekiyor: Yerel ve yatay örgütlenmiş ekonomiler, gönüllü işbirliği ağları, karşı-pazarlar, etik temelli takas sistemleri… Belki Marx’ın öğrettiği bir şey varsa o da şudur: Hiçbir sistem kutsal değildir. Her şey sorgulanmalıdır.

Marx, kapitalizmin görünmeyen çelişkilerini görünür kıldı: Emek sömürüsü, yabancılaşma, eşitsizlik... Fakat önerdiği alternatifler —kolektif üretim, devlet mülkiyeti, merkezi planlama— çoğu zaman başka bir baskı türünü doğurdu. Kapitalizmin çözülmesi gereken sorunlarını teşhis etti ama onun ötesine geçemedi. Çünkü alternatifi, çoğu kez aynı oyunu farklı oyuncularla oynamak şeklinde kaldı.

Oysa gerçek kurtuluş, yalnızca mülkiyet ilişkilerini değiştirmek değil; ilişki biçimlerinin kendisini dönüştürmektir. Tevhîdî Agorizm'in çağrısı tam da budur: Sadece neye karşı olduğumuzu değil, ne tür bir ilişki içinde yaşamak istediğimizi sormak.

Kapitalizm, yalnızca ekonomik değil; ontolojik bir sorundur. İnsanı ölçen, tanımlayan, yönlendiren bir dünya görüşüdür. Ona karşı geliştirilecek her alternatif, yalnızca teknik değil, aynı zamanda ahlâkî, varoluşsal ve toplumsal olmalıdır. Merkezî planlama gibi çözümler, kapitalizmin ürettiği yabancılaşmayı sadece yeni bir dilde tekrar eder. Zira insanı birey olmaktan çıkarır, onu sayıya, kategoriye, hedefe dönüştürür. Bu da özgürlüğün değil, yeni bir yönetişim aklının doğmasına neden olur.

O halde asıl soru şudur: Yeni bir dünya nasıl kurulur?

Bu sorunun cevabı, modern devlette ya da komünist partide değil; küçük, yatay, gönüllü topluluklarda saklıdır. Köy meclislerinde, karşı-ekonomik ağlarda, ahlâkî takaslarda, kooperatiflerde, imece usulünde, emanet bilincinde... Çünkü yeni bir dünya, tepeden değil; yürekten kurulur.

Tevhîdî Agorizm burada, sadece bir politik tercih değil; bir yaşam tarzı, bir varlık biçimi sunar. Tüketmeye değil, üretmeye; rekabete değil, dayanışmaya; mülkiyete değil, emanete; çıkar ilişkilerine değil, kardeşliğe dayanır. Bu anlayışta değer, sadece üretilen şeyde değil; niyetin saflığında ve paylaşımın adaletinde gizlidir.

Belki de Marx’tan alabileceğimiz en güçlü miras, onun dogmaları yıkma çağrısıdır. O, zamanının kutsallarını sorguladı: Piyasa, devlet, mülkiyet... Bizim yapmamız gereken, onun kendi sistemini de sorgulamaktır. Çünkü hakikat hiçbir ideolojinin tekelinde değildir. Sorgulama, düşünmenin ibadetidir.

Bugün bir sistem kurmaktan çok, bir ahlâk inşa etmeye ihtiyacımız var. O ahlâk, kimsenin diğerine hükmetmediği, zayıfın gözetildiği, mülkün nimet değil sorumluluk sayıldığı bir hayatın zemini olabilir.

Ve belki de en önemlisi:

Geleceği planlayarak değil, şu anda adil yaşayarak kurabiliriz.

Geleceği planlayarak değil, şu anda adil yaşayarak kurabiliriz. Çünkü gelecek, bir mühendislik problemi değil; bir ahlâk meselesidir. Tıpkı tohum gibi… Toprağa atıldığında geleceği tasarlamaz; sadece toprağa hakkını verir, ışığa yönelir. Gelecek de böyledir: Onu kurgulamayız, ona doğrulukla tanıklık ederiz.

Tevhîdî Agorizm, bu tanıklığın örgütlenmiş halidir. Ne devrimci romantizme sapar, ne de reformist edilgenliğe… O, köklü bir inşa çağrısıdır. Sisteme karşı değil; zulme karşıdır. Çünkü karşı çıkılan şeyin adı değil, doğası önemlidir. Ve karşı çıkmak, yalnızca protesto değil; alternatif bir hayatı yaşamaya başlamakla anlam kazanır.

Bu noktada artık soru şudur:

“Kapitalizm sonrası ne?” değil,
“Kapitalizm dışında nasıl yaşarız?”

Ve bu soru, tek bir cevap istemez. Bu, bir davranış biçimi, bir ahlâkî refleks, bir topluluk hâlidir. Her biri küçük ama köklü adımlarla başlar:
Bir pazar yerinde takas kurmak.
Bir komşuyla imeceye girişmek.
Bir zanaatkâra aracısız ulaşmak.
Bir çocuğa mülkiyetin değil, emanetin anlamını anlatmak.
Bir topluluğu devletsiz ama düzenli yaşatmak.

İşte bu adımlar, sistemin değil; imanın ve adaletin adımlarıdır.
Ve belki de asıl devrim, hiç gerçekleşmeyen bir isyan değil;
her sabah yeniden kurulan bu ahlâklı yaşam biçimidir.

Tevhîdî Agorizm, Marx’ı reddetmez; onun acısını, arayışını ve direnişini anlar. Ama nihayetinde, insanı yalnızca üretimle tanımlayan her düşünceyi eksik bulur. Çünkü biz sadece çalışan değil, anlam arayan, dua eden, bağ kuran, merhamet eden varlıklarız.

Bu yüzden bizim yolumuz, ideolojilerin değil; vahyin ve vicdanın yoludur.
Ve bu yolda ilerlemek için büyük manifestolara değil, küçük ve dürüst adımlara ihtiyaç vardır.

İşte bu adımlar, sessiz ama sarsıcı bir çığlıktır:

“Sizin düzeninize ihtiyacımız yok, çünkü bizim hakikatimiz var.”

Ve bu hakikat, pazarda, sokakta, hanede, sofrada, tarlada, dükkânda…

Her yerde örgütlenmeye hazır bir tevhîdî direniş ekonomisidir.

Sonuç: Marx’tan Öğrendim, Ama Onunla Yetinmedim

Marx, bana eleştirmeyi öğretti; düzenin kutsallığını sorgulamayı, emeğin değerini, piyasanın maskesini indirmeyi… Ama onun tanımıyla sınırlı kalmadım. Çünkü özgürlük, sadece zincirleri kırmakla değil; zincirleri bir daha dövülmeyecek demirlerle değiştirmekle mümkündür.

Benim yolum Marx’a paralel değil, belki çapraz; ama düşmanlık değil, eleştirel sadakat taşıyor. Bu çağ, Marx’tan daha fazla şey hak ediyor. Ama onun da hakkını vererek, devam etmek gerekiyor.



22 Haziran 2025 Pazar

Demokratik Konfederalizm hakkında...

 

Demokratik Konfederalizme Tevhîdî Bir Eleştiri: Seküler Otonominin Sınırları, Terörizmin Entelcesi



Özgürlüğü yalnızca halk meclisleriyle ve yerel otonomiyle tanımlayan demokratik konfederalizm, ilk bakışta merkezi devlete karşı bir duruş olarak umut verici görünse de, Tevhîdî Agorizm'in hakikat merkezli yaklaşımıyla derinlemesine incelendiğinde ciddi kırılganlıklar ve ilkesel boşluklar barındırır. Bu yazıda, demokratik konfederalizmin temel tezlerini, Tevhîdî Agorist bakışla değerlendirecek ve niçin bu modelin hakikatle tam olarak barışamayacağını göstereceğim.

PKK terör örgütünün ve alaşımlarının fikirlerinin tabii ki burada bir kabulü yoktur. Amerikan burjuvazisinin kuklası katil cellatları hiçbir şekilde desteklemiyoruz.


1. Seküler Ahlâkın Krizi

Demokratik konfederalizm, bireyin ve toplumun ortak iradesini merkeze alan bir modeldir. Fakat bu irade, ilâhî referansa dayalı değildir. Yani "hak" halktan çıkar, Allah’tan değil. Tevhîdî Agorizm ise, mutlak hakikatin yalnızca Allah’a ait olduğuna inanır ve toplumsal kararların da bu hakikate tabi olmasını şart koşar. Halkın çoğunluğu bir şeyi helâl saysa da, Allah haram kıldıysa mesele kapanır.

Oysa demokratik konfederalizmde karar mercii halktır, ilah değil. Bu seküler ahlâk, zamanla bireysel hevânın, kolektif şûrâya galip gelmesine neden olur. Sonuç: İlkesiz çoğulculuk, sınırlarını kaybetmiş bir “özgürlük” anlayışı.

Bu durum, zamanla toplumun “ortak aklı” denilen şeyin aslında hevâların toplamına dönüştüğü bir zemini doğurur. Halk meclislerinde alınan kararlar, ahlâkî ölçüye değil; duygusal dalgalanmalara, ideolojik trendlere ya da çoğunluk psikolojisine dayanır. Böyle bir düzende zinâ “özgürlük”, faiz “ekonomik kalkınma”, tesettür “kişisel tercih”, Allah’ın hükümleri ise “gericilik” olarak kodlanabilir. Bu, sadece bir yönetim biçimi değil; hakikatin toplumsal meşruiyetini iptal eden bir bozulma rejimidir.

Tevhîdî Agorizm için özgürlük; hevânın değil, vahyin hükümranlığı altındaki irâdedir. Gerçek bir özgürlük, yalnızca Allah’tan başkasına boyun eğmeyen bir insanın özgürlüğüdür. Seküler otonomi ise bu özgürlüğü taklit eder ama asla yerine geçemez. Çünkü yönü yoktur, ilkesizdir; dün savunduğunu bugün inkâr edebilir. Bu yüzden demokratik konfederalizmde ahlâk zamana, topluma ve lidere göre değişebilir. Tevhîdî Agorizm’de ise ahlâk, sabittir: Haram haramdır, helâl helâldir.

Bu bağlamda, demokratik konfederalizm bireyi “özgür” kılsa da, hakikatten kopuk bir özgürlüğe mahkûm eder. Yani birey, Rabbinden kopartılır; toplumun gönlüne teslim edilir. Bu, sadece yeni bir kölelik biçimidir. Zira halkın çoğunluğu bir Firavun’u alkışladığında, Musa’nın yalnız kalması haksızlığı değil, hakikati gösterir.

Oysa bizim inancımızda hak, kalabalığın değil; Allah’ın tarafında durandır. Tevhîdî Agorist toplum, hakikati çoğunlukla değil, vahiy ile ölçer. Şûrâ yapılır ama karar Allah’a arz edilir. Bu fark, yönümüzü belirler.

Demokratik konfederalizmde şûrâ, halkın arzularına tercümanlık eder; oysa Tevhîdî şûrâ, hakikatin şahitliğidir. Halk meclislerinde karar alınırken “bu doğru mudur?” değil, “çoğunluk bunu istiyor mu?” sorusu sorulur. Lakin çoğunluğun istediği şey, adâletle örtüşmediğinde, sonuç zulüm olur. Tarih, halkın çoğunlukla zulme alkış tuttuğu yüzlerce örnekle doludur. Bu yüzden, yönü vahiy olmayan bir meclis, ilahî ölçüsüzlükle savrulmaya mahkûmdur.

Bir toplumun özgürlüğü, Allah’a itaat ettiği orandadır. Aksi durumda, görünüşte özgür olan birey, modern putlara – ideolojiye, lider figürlerine, kolektif tahakküme – boyun eğmeye başlar. İşte bu, çağdaş bir şirk rejimidir. Artık put heykelden ibaret değildir; put, soyut kavramlarda, ideolojilerde, halk iradesi zannında gizlidir.

Tevhîdî Agorizm, bu maskelenmiş putperestliğe karşı çıkar. Hakikatin ölçüsü Kur’an’dır; toplumsal meşruiyetin zemini vahiydir. Ne halkın çoğunluğu, ne liderin karizması, ne de zamanın ruhu... Yalnızca Allah’ın hükmü. Çünkü adâlet, halkın eğilimlerine değil; Allah’ın emirlerine yaslanırsa kök salabilir.

Seküler çoğulculuk, gerçekte herkesin haklı olduğu bir yalan düzenidir. Ama Tevhîdî toplumda, yalnızca haklı olan haklıdır. Diğer fikirler saygı görür ama bâtıl, hiçbir zaman meşru gösterilmez. Zinayı özgürlük diye yutturan, tesettürü baskı sayan, ribâyı kurtuluş gören anlayış, Tevhîdî bir sistemde yer bulamaz. Çünkü bu sistemde özgürlük, nefsin değil; ruhun özgürlüğüdür.

Özetle, Demokratik Konfederalizm seküler ahlâk krizini çözmez, onu kurumsallaştırır. Bireyi ilahîleştirir, toplumu ölçüsüzleştirir, hakkı çoğunluğa emanet eder. Tevhîdî Agorizm ise özgürlüğü hakikatin içine inşa eder. Bu yüzden bizim yolumuz, çoğunluğun değil, Hakk’ın yoludur.

Demokratik konfederalizmin inşa ettiği “özgür birey”, aslında hakikatten azade bırakılmış bir sürgündür. Ne bir kıblesi vardır ne de hesabını vereceği mutlak bir otorite… Bu özgürlük tanımı, özünde bir başıboşluk vaadidir. İnsan, fıtraten sınırsızlığa değil; adaletle çizilmiş sınırlara muhtaçtır. İşte bu yüzden, Tevhîdî Agorist bakış açısında bireyin hürriyeti, Rabbinin koyduğu sınırlar içinde anlam kazanır. Sınır yoksa, yön de yoktur; yönsüzlük ise yozlaşmadır.

Hakikatsiz özgürlük, nihayetinde modern câhiliyyedir. Ve bu câhiliyye, artık deveye tapan putperestlik değil; halk iradesi putuna tapan seküler kolektivizmdir. Allah’tan gayrısının hükmettiği her düzen, ister devletle ister halk meclisiyle işlesin, şirk düzenidir. Tevhîdî Agorizm, bu şirk biçimlerine karşı yalnızca muhalif değildir; onları ifşa eden, teşhir eden ve reddeden bir kopuş hareketidir.

Demokratik konfederalizm, bu çağdaş câhiliyye için makul ve kabul edilebilir bir “alternatif sistem” gibi gösterilir. Oysa, Tevhîdî gözle bakıldığında, bu sistemin özü değişmemiş; sadece biçimi dönüşmüştür. Devlet yerine meclis, lider yerine komite, yasa yerine halk iradesi getirilmiştir. Fakat hüküm koyma yetkisi yine Allah’a değil, mahlûkâta aittir. Yani zulüm, bu kez halkın rızasıyla meşrulaştırılmıştır.

Tevhîdî Agorizm ise bu döngüyü kırar. Hüküm yalnızca Allah’a aittir. Şûrâ, O’nun rızasını gözettiği sürece meşrudur. Karar alma süreçleri, ilahî buyrukla yoğrulmamışsa, o karar ne kadar katılımcı olursa olsun bâtıldır. Hakkı çoğunlukla değil; Kur’an’la ölçen bir cemiyet, ancak o zaman sapmadan yürüyebilir. Yoksa her sapma “çoğunluk” etiketiyle süslenir, her bâtıl “toplum iradesi”yle makyajlanır.

      "Sizden bir topluluk, hayra çağıran, iyiliği emreden ve kötülükten men eden olsun."
      (Âl-i İmrân 3/104)

Bu çağrının gereği, çoğunluğun arzularına göre değil; Allah’ın emrine göre konumlanmakla mümkündür. Demokratik konfederalizmin çoğulculuğu, iyiliği görecelileştirir, kötülüğü öznel kılar. Oysa İslâm’da maruf ve münker bellidir, Allah tarafından tanımlanmıştır. Tevhîdî Agorist ahlâk, hükmü kullarda değil, Hâlık’ta arar.

Seküler çoğulculuğun vaadi, hakikati çoğaltmak değil; hakikati silikleştirmektir. Her şeyin göreceli olduğu bir düzende, artık iyi ile kötüyü ayırt edecek bir mihenk taşı kalmaz. Böylece toplum, neyi savunması ya da neye karşı çıkması gerektiğini bilemez hale gelir. İşte bu hâl, hakkın değil, belirsizliğin tahakkümüdür. Ve bu belirsizlik, insanı eninde sonunda zulme, istismara ve yozlaşmaya mahkûm eder.

Tevhîdî Agorizm’in reddettiği şey yalnızca seküler yasa değildir; meşruluğun kaynağı olarak beşer aklının ilâhlaştırılmasıdır. Hakkı koyma, helâl ve haram sınırlarını çizme yetkisi yalnızca Allah’a aittir. Bir meclis ya da topluluk bunu üstlendiği anda, Allah’ın yetkisine ortak olmuş olur. Bu ise Kur’anî ifadesiyle apaçık bir şirktir:

“Hüküm yalnızca Allah’ındır. O, yalnızca kendisine kulluk etmenizi emretmiştir.”
(Yusuf Suresi, 40)

Bu ayet, hem bireysel hem kolektif özgürlüğün temelini çizer: Hüküm koymak, yalnızca Allah’a mahsustur. İnsanlar, sadece o hükme boyun eğerek özgürleşebilirler. Onun dışındaki her hüküm, özgürlük maskesi takmış bir kölelik biçimidir. Bu maskeyi kimi zaman “ulusal irade” takar, kimi zaman “toplum sözleşmesi”, kimi zamansa “yerel meclisler”. Ama mahiyet aynıdır: Allah’ın hükmü yerine kulların hükmünü geçirme teşebbüsü.

Demokratik konfederalizmin meşruiyet zemini halktır; Tevhîdî Agorizm’de ise Allah’tır. Bu temel fark, tüm sistemleri birbirinden ayırır. İlki yatay bir tahakküm üretir; ikinci ise yukarıdan gelen bir rahmet düzenini teklif eder. O rahmet, yalnızca şeriatla mümkündür. Fakat burada şeriat, bir devletin ceberrut aparatlarıyla değil; halkın rızası, bilinçli itaati ve cemaat içi istişareyle tecelli eder. Devlet yoktur; ama düzen vardır. Zorlama yoktur; ama sorumluluk vardır. Bu, fıtratla barışık özgürlüğün adıdır.

Sonuç olarak, demokratik konfederalizmin önerdiği özgürlük, başıboşlukla özgürleşme hayalidir. Fakat gerçek özgürlük, kulluk bilinciyle başlar. Bireyin kendi hevâsına değil, hakikate tâbi olduğu; cemiyetin kararlarını çoğunlukla değil, vahiy ekseninde aldığı; üretimin, ticaretin, toplumsal ilişkilerin helâl çizgide seyrettiği bir yapı, ancak Tevhîdî Agorist cemiyetle mümkündür.

Bu nedenle bizler, halkın değil; Hakk’ın şahitliğine talibiz. Kur’an bizim anayasamız, şûrâ bizim yöntemimiz, adâlet bizim kıblemizdir. Ve bu yolda yürürken, kalabalık olmaya değil; doğru yolda olmaya bakarız.

“Hakikat, onların çoğunun hoşuna gitmese de, biz onu hak olarak indirdik ve o hak olarak geldi.”
(İsrâ Suresi, 81)


2. Devlet Eleştirisinde Yetersizlik

Demokratik konfederalizm devleti reddeder, ancak onun zihniyetini yeniden üretir. Silahlı milis yapılanmaları, halkın meşru gücü olarak sunulur ama bu yapılanmaların karar mekanizmaları, genellikle seçilmiş komiteler ya da ideolojik öncülükle şekillenir. Tevhîdî Agorizm ise “öncülük” adı altında gizlenen her türlü yeni iktidar biçimini reddeder.

Hakikate dayalı bir toplulukta, emir ve yetki yalnızca adâletin, yani Allah’ın hükümlerinin yürürlüğe koyulmasıyla meşrudur. Oysa burada yetki, insan icadı programlara, manifestolara ve komitelere bağlıdır. Yani, modernizmin devrimci varyantı, devletin tahakküm aygıtını yeniden üretmektedir.

Demokratik konfederalizm, merkezi devlete karşı çıkar görünse de, onun asli vasıflarını yataylaştırarak yeniden üretir. Devletin tahakküm aracı olan zor tekeline karşı milis gücü önerilir; bürokrasiye karşı halk meclisleri kurulur; yasama erkine karşı yerel karar komiteleri getirilir. Ama özde değişen yalnızca görünüş ve araçtır. Yetki hâlâ kullardadır, emirler hâlâ beşerîdir, hesap ise yalnızca sisteme verilmektedir — Allah’a değil.

Tevhîdî Agorizm, bu dönüşümün bir iktidar illüzyonu olduğunu görür. Devletin yokluğunu ilan eden bir yapı, eğer Allah’ın hükmüyle yönetilmiyorsa, sadece devletin suretini değiştirmiş demektir. Komiteler, seküler öncüler ya da silahlı meclis güçleri aracılığıyla yapılan her tahakküm, ister “devrim” adına ister “özgürlük” adına yapılsın, zulmün yeni formudur. Zira zulüm, yalnızca baskı değil; Allah’ın hükmü yerine başka bir hükmü geçerli kılmaktır.

Özellikle “öncülük” fikri, modern devrimci hareketlerin içselleştirdiği gizli bir tahakküm biçimidir. Kitleleri “bilinçlendirme” kisvesiyle yöneten elit yapılar, halkın iradesini vesayet altına alır. Demokratik konfederalizmde de bu durum sıkça görülür: öncü kadrolar, halkı temsil ettiğini söyler; ama karar alma süreçleri, ideolojik kalıplar çerçevesinde şekillenir. Böylece özgürlük iddiası, öncü iradeye tabi bir itaate dönüşür.

Tevhîdî Agorist yapı ise öncülüğü kabul etmez; çünkü mü’minlerin rehberi sadece vahiydir. Her birey, şer’î bilgiye ulaşma ve onunla amel etme sorumluluğuna sahiptir. Ne bir “öncü parti”, ne “devrimci kadro”, ne de “merkezi meclis” onun yerine geçemez. Hakikatin temsilcisi, örgütlü akıl değil; Allah’ın hükmüdür. Cemaat, bu hükme boyun eğdiği sürece adâletle kaim olur.

Ayrıca demokratik konfederalizmin getirdiği güvenlik yapılanmaları da problematiktir. “Halkın silahlı gücü” olarak sunulan milis yapılanmalar, çoğu zaman yerel otoritenin askeri kolu hâline gelir. Bu durum, devletin cebrî karakterini kopyalar. Zira silahlı güç, meşru bir hükme değil; ideolojik veya seküler karar mekanizmasına bağlı olduğunda, zulmün aracı hâline gelir. Tevhîdî Agorizm’de ise silah, yalnızca zulme karşı direnmek için, meşru müdafaa amacıyla ve şûrâ onayıyla taşınır; asla bir tahakküm aracı olarak örgütlenemez.

Unutmamak gerekir ki; devlet sadece fiziki bir yapı değil, aynı zamanda bir akıldır. O akıl; kendini yasa koyucu, hüküm belirleyici ve hesap sorulmaz otorite olarak görür. Demokratik konfederalizm, bu aklı öldürmemiştir. Sadece merkezden alıp yerele devretmiştir. Ama şirk, sadece merkezde değil; yerelde de hüküm sürdüğünde aynı kapıya çıkar: tağûtî düzen.

"Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyenler, işte onlar zalimlerin ta kendisidir."
(Maide, 45)

Tevhîdî Agorist cemaatin tek referansı bu ayettir. Yeryüzünde kim Allah’ın indirdiğiyle hükmetmiyorsa, o ister devlet, ister komite, ister halk meclisi olsun; zulmün tarafındadır.

Bu yüzden Tevhîdî Agorizm’in devlet eleştirisi, yüzeysel değil; epistemiktir. Sadece form değil, içeriği de reddeder. Sadece merkeziyetçilik değil, beşerî yasa yapma yetkisi de sorgulanır. Tevhîdî bir toplumda, düzen vardır ama Devlet yoktur; karar vardır ama Allah’ın hükmüne tabi olmayan irade yoktur; cemaat vardır ama sınıfsal, ideolojik, seküler öncülük yoktur. Çünkü hakikatin tek kaynağı Allah’tır; insanlar ise ancak O’nun kulu olarak birbirine kardeş olabilir.

Devlet eleştirisini yalnızca kurumsal bir “yok etme” çabasıyla sınırlandırmak, modern anarşist refleksin tipik açmazıdır. Demokratik konfederalizm, devleti “yıkmak” ister ama onun yerine neyin ikâme edileceği konusunda ya muğlaktır ya da yine devleti taklit eden yapılara yönelir. Komiteleşmiş otoriteler, halk adına karar alan özerk bürolar, milis güçlerinin merkeze evrilmiş refleksleri… Bütün bunlar devleti öldürmemiştir, sadece ismini değiştirerek yaşatmıştır.

Tevhîdî Agorizm ise yalnızca devleti değil, devlet aklını yıkmayı hedefler. Devlet aklı, kendini mutlaklaştıran, otoritesini kutsayan ve insanı rızasız itaate zorlayan akıldır. Bu akıl; yasayı yapar, uygular ve sorgulanamaz. Tevhîdî Agorist cemiyette ise hiçbir yapı sorgulanamaz değildir, çünkü yalnızca Allah mutlak otorite sahibidir. Şûrâ dahi –ki onun esası istiklâliyet değil, istinattır– yalnızca vahye yaslandığı sürece muteberdir.

Demokratik konfederalizm gibi sistemlerde yerel meclisler, zamanla bölgesel mikro-devletçiklere dönüşme potansiyeli taşır. Yani her meclis, kendi bölgesel ideolojisinin tatbikçisi olur. Bu ise adalet değil, çok merkezli otoriterleşmedir. Tevhîdî Agorizm bu süreci şöyle okur: Devletin öldüğü söylenmiş ama iktidarın dili, yapısı, mantığı dimdik ayaktadır. Ve bu mantık, sürekli bir kurumsallaşma hastalığı üretir.

Biz, şuna inanırız: Hak, kurumsallaşarak büyümez; takvâyla yaşatılır. Tevhîdî Agorist sistemde hiçbir kurum “kendi kendine” meşrû değildir. Meşrûluk, ancak ilâhî hükme dayanan uygulamalarla mümkündür. İster ticaret birliği, ister üretim kooperatifi, ister savunma grubu olsun; hepsi Kur’an ve Sünnet ile uyumlu olduğu ölçüde meşrudur. “İslâmî olmayan hiçbir yapı, adil olamaz.” Bu bizim temel düsturumuzdur.

Demokratik konfederalizmin milis yapıları ve halk güvenliği adı altındaki “yerel ordu” mantığı da ciddi bir sorundur. Zira bu yapıların bağlılığı şer’î bir otoriteye değil, çoğu zaman bölgesel bir ideolojiye ya da seküler bir kimliğe dayanır. Bu da onları şerîattan bağımsız tahakküm mekanizmalarına dönüştürür. Oysa Tevhîdî Agorist savunma, yalnızca zulme karşı organize olur. Hedefi iktidar değil, ifsadın bertaraf edilmesidir.

Adâlet mülkün temeli değildir; adâlet vahyin temeli üzerinedir. Dolayısıyla bizim için “mülk” (iktidar, otorite) kutsal değil, geçicidir. Kalıcı olan adâlettir. Tevhîdî Agorist bir toplumda hiçbir yapı, kendisini Allah’ın yerine koyarak hüküm veremez. Devlet yoktur çünkü Devlet’in ruhu olan sorgulanamaz egemenlik bizim katımızda şirkle eşdeğerdir.

Bu anlayışla:

  • Devlet yerine “şûrâ” gelir, ama bu şûrâ, Allah’a arz edilmeden karar almaz.

  • Güvenlik yerine “direniş” gelir, ama bu direniş, vahyin dışına çıkmaz.

  • Yasa yerine “şer’î ölçü” gelir, ama bu ölçü halkın oyuyla değil, Allah’ın kelâmıyla sabittir.

  • Komiteler yerine “emin olanlar” gelir, ama bu emanetçilik rızaya, adâlete ve takvâya dayanır.

“Onlar ki, kendilerine yeryüzünde iktidar verdiğimizde, namazı kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emreder, kötülükten men ederler. Bütün işlerin sonu Allah’a varır.”
(Hac Suresi, 41)

Bu ayet, Tevhîdî Agorist toplumun hem gayesini hem sınırını çizer: İktidar yalnızca adâleti tesis ettiği sürece meşrudur. O adâlet ise beşer aklının değil, Allah’ın indirdiği ölçünün ürünüdür.

Demokratik konfederalizm, özünde devlete karşı konumlanırken, onun fonksiyonlarını topluma devrederek yeni bir tahakküm mimarisi kurar. Yetki artık tek bir merkezde değil, çok merkezli yapılarda bölüştürülür. Ama bu bölüşüm, Allah’ın hükmüne dayalı olmayan bir egemenlik dağılımıdır. Yani egemenlik paylaştırılır ama yine mahlûkâta verilir. Sonuçta şirk dağıtılmış olur, yok edilmez.

Devletin alternatifi olarak önerilen yapıların da çoğu, seküler çerçevede inşa edilir. “Adalet”, “özgürlük”, “halk iradesi”, “toplumsal sözleşme” gibi modern kavramlar, ilahî bir kaynağa dayanmadan tanımlanır. Oysa Tevhîdî bakış açısında bu kavramlar, nötr değildir. Adalet Allah’ın isimlerindendir; hüküm O’nundur; özgürlük ise yalnızca O’na kullukla mümkündür. Dolayısıyla Tevhîdî Agorizm’de, bu kavramlar ancak vahyin sınırları içinde meşruiyet kazanır.

Demokratik konfederalizmin karar mekanizmaları da eleştiriye açıktır. “Halk meclisi” adıyla oluşturulan yapılar, görünüşte katılımcıdır; ancak birçok durumda halkın gerçek iradesi değil, ideolojik önderlerin yönlendirdiği irade öne çıkar. Bu durum, seküler öncülük oligarşisi doğurur. Komiteler halkı temsil etmez; halkı şekillendirir. Bu ise, devletin halk üzerindeki biçimlendirici fonksiyonunun başka bir isimle yeniden doğmasıdır.

Tevhîdî Agorizm’de ise temsil değil, şahitlik esastır. Temsil eden değil; Allah’ın hükmüne şahitlik eden öne çıkar. Bu yüzden Tevhîdî Agorist cemiyette lider, yöneten değil; emin olan ve sorumluluk yüklenen kişidir. Hiyerarşi değil, emanet vardır. Bu fark sadece yönetişim şekliyle ilgili değildir; bu, ahlâkî bir yöneliş farkıdır. Yani sistem, gücü değil; sorumluluğu öne çıkarır.

Ayrıca demokratik konfederalizm, “militarist devlet yapısını” aşmak adına silahlı güçleri yerelleştirse de, bu yapıların meşruluk kriteri vahiy değil, seküler halk konsensüsüdür. Bu yüzden milis yapıların sınırları da muğlaktır. Kime karşı, ne için, hangi ölçüyle silah taşınacağı çoğu zaman kolektif reflekslerle belirlenir. Bu, toplumsal huzur değil; potansiyel iç tahakküm riski doğurur. Tevhîdî Agorist sistemde ise silah yalnızca zulme karşı bir savunma aracı olarak meşrudur ve ancak şûrâ rehberliğiyle, şer’î ölçüye göre kullanılabilir.

Son olarak, demokratik konfederalizm çoğu zaman yerel ekonomi, yerel güvenlik ve yerel eğitim ile birlikte yerel ideoloji üretmeye başlar. Bu da toplum içinde birbirini dışlayan mikro-ideolojik kümeler oluşturur. Yani bir bölgede “özgürlük” ribâya izin vermekse, diğer bölgede “özgürlük” başörtüsünü yasaklamak olabilir. Böylece hakikatin bölünmesi ortaya çıkar. Her yerel yapı kendi hakikatini kurar. Bu, çoğulculuk değil; hakikatsizliktir.

“Allah, gökleri ve yeri hak üzere yaratmıştır. O, size şekil verdi; ne güzel şekil verdi! Dönüş O’nadır.”
(Teğâbün Suresi, 3)

Yani her şeyin bir hak üzere kurulması gerekir. Tevhîdî Agorizm, bu hakikatin toplumsal yansımasıdır. Bize göre hak, her bölgede aynı kalır. Çünkü Kur’an her coğrafyada, her zamanda ve her toplulukta geçerlidir. Demokrasi gibi halk iradesini mutlaklaştıran değil; şûrâ gibi vahye bağlı iradeyi merkeze alan bir toplumsal işleyiş, ancak böyle sabit ve evrensel bir adalet doğurabilir.

Demokratik konfederalizm, her ne kadar devlete karşı alternatif olarak konumlansa da, onun varoluşsal doğasını sorgulamaz. Otoritenin merkezden yerele indirilmesi, otoritenin meşruiyetini ortadan kaldırmaz; sadece coğrafyasını değiştirir. Tevhîdî Agorizm için bu, sadece bir “idare biçimi” meselesi değil; hakikatle koparılmış bir otoritenin yeniden üretimi meselesidir.

Bir yapının adaleti, ne kadar katılımcı olduğu ya da kimler tarafından yönetildiğiyle değil; hangi ölçüye göre hükmettiğiyle ilgilidir. Demokratik konfederalizm bu ölçüyü, toplumun çoğunluk kararı olarak belirler. Oysa çoğunluk ne zaman adaletin teminatı olmuştur? Firavun’a karşı çıkan Hz. Musa yalnızdı. Ashâb-ı Kehf, zalim bir toplumda azınlıktı. Lut kavmi çoğunluktaydı. Hak, hiçbir zaman çoğunluğa zimmetli olmadı. Bu nedenle Tevhîdî Agorizm, kararları çoğunluğa değil, hakikate dayandırır.

Bugün demokratik konfederalist yapılar, karar mekanizmalarını “doğrudan demokrasi” ile tanımlar. Ancak bu demokrasi anlayışı, mutlaklaştırılmış bir halk iradesi üretir. Bu ise modern sekülerliğin özü olan “otorite Allah’a değil, halka aittir” inancının yeni biçimidir. Dolayısıyla halk meclisi de olsa, devlet parlamentosu da olsa; eğer Allah’ın hükmüyle bağ kurmuyorsa, aynı şirk düzeninin farklı yüzleridir.

Bir başka mesele de, ideolojik önderliğin doğasıdır. Demokratik konfederalist örgütlenmeler, halk adına hareket eden “öncü kadrolar” oluşturur. Bu kadrolar çoğu zaman halkın ihtiyaçlarına değil, ideolojinin gereklerine göre karar alır. Böylece halk, devlet yerine ideolojinin tahakkümü altına girer. Bu sefer devletin polisi değil; ideolojinin “ahlâk birimi” toplumu şekillendirmeye başlar. Tevhîdî Agorizm ise bu ideolojik vesayet biçimini de reddeder. Çünkü biz biliriz ki: Hakikat, halktan da ideolojiden de büyüktür.

Tevhîdî bir toplumda “öncülük” görev değilse, fitnedir. Allah’ın hükmü varken, insanlara kendi “en doğrusunu” dikte eden her grup, bir tür yeni Firavunluk kurmuş olur. Bu nedenle Tevhîdî Agorizm’de otorite değil, emanet vardır. Lider değil, emin kişi öne çıkar. Halk adına değil, Allah adına konuşulur. Komiteler, karar almak için değil; hakkı yaymak, şûrâyı kolaylaştırmak ve zulmü engellemek için kurulur.

Buna karşın demokratik konfederalizmde yetkiyi elinde tutan yerel komiteler, zamanla bir tür “yerel iktidar elitine” dönüşür. Bu dönüşüm, devletsiz devletçilik dediğimiz olgunun habercisidir. Devlet yoktur, ama toplum üzerine çökmüş bir otorite yine vardır. Kurumlar, ideolojik bağlılık üzerinden yükselir. Adalet yerini, grup içi sadakat kavramına bırakır. Bu ise ahlâk değil; siyasî sadakatin kutsanmasıdır.

Tevhîdî Agorizm ise sadakati yalnızca Allah’a yönlendirir. Hiçbir insan, hiçbir topluluk, hiçbir fikir, Allah’ın hükmüne tercih edilemez. Siyaset, insanlar arasındaki ilişki biçimi değil; Allah’la yapılan sözleşmenin toplumsal tezahürüdür. Dolayısıyla bir Tevhîdî toplumda güç kimde olduğu değil; hükmün kime ait olduğu sorusu esastır. Cevap bellidir: “Hüküm yalnızca Allah’ındır.”

“Allah’tan başkasına itaat, isyandır. Allah’a isyan emreden hiçbir yapı meşru değildir.”
(Muhammed Sûresi, 33 - yorumla)

Sonuç olarak Demokratik Konfederalizm, devleti yıktığını söylese de, onun yerine Allah’ın hükmünü koymaz. İktidarı halka devreder ama sorumluluğu Allah’a bağlamaz. Halkı özgürleştirir ama nefsine mahkûm eder. Tevhîdî Agorizm ise ne halkı, ne lideri, ne ideolojiyi merkeze alır. Sadece Hakk’ı merkeze alır.

Biz, yöneten değil; şahitlik eden bir toplumu hedefliyoruz. Karar değil, hikmet yüklü bir adaletin yayılmasını amaçlıyoruz. Ne devletin zoruna, ne halkın hevâsına boyun eğiyoruz. Biz sadece Allah’a boyun eğen bir toplum hayal ediyoruz. İşte bu nedenle:


3. Ekonomide Kolektivizmin Dayatılması

Karşı-ekonomi fikrini benimseme iddiasına rağmen, demokratik konfederalizm çoğu zaman merkezi kooperatifler ve topluluk denetimi üzerinden bir ekonomik yapı önerir. Bu da bireysel girişimi ve özgür pazarı sınırlayan, hatta dışlayan bir kolektivizm anlamına gelir.

Tevhîdî Agorizm ise özgür piyasa ile adaletin buluştuğu bir sistem kurar. Haramdan arınmış, ribâsız, sömürüsüz bir pazar… Burada birey, Allah’ın sınırları içinde dilediği gibi üretir, takas eder ve paylaşır. Ne kolektifin tahakkümü vardır, ne de kapitalist tekellerin. Demokratik konfederalizm bu dengeyi kuramaz çünkü üretim ilişkilerini "toplum adına" merkezileştirir.

Demokratik konfederalizm, ekonomik tahakküme karşı alternatif bir yapı sunduğunu iddia eder. Ancak sunduğu çözüm, yalnızca kapitalist merkeziyetçiliğin yerini kolektif merkeziyetçiliğe bırakmaktan ibarettir. Ekonomide dev tekeller yerine, ideolojik olarak yönlendirilmiş “toplum kooperatifleri” geçer. Fakat burada da birey, özgür değildir. Çünkü ne üreteceğine, nasıl üreteceğine, kiminle ve hangi ölçüde paylaşacağına dair kararlar bireyin fıtratına değil, kolektifin direktiflerine bağlıdır.

Tevhîdî Agorizm ise bu noktada hem kapitalizmi hem sosyalizmi hem de onların “toplumcu” kırmalarını aşar. Zira ona göre piyasa bir sömürü aracı değil, imtihan alanıdır. Üretim, ticaret, takas ve paylaşım; Allah’ın haram ve helâl çizgilerine bağlı kaldığı sürece serbesttir. Yani ekonomi, bireyin hem rızkını aradığı hem de kulluğunu gösterdiği bir alan olur. Ne tekelin tahakkümü, ne komitenin izni… Sadece Allah’ın çizdiği sınırlar.

Demokratik konfederalizmin kooperatif yapıları, görünürde eşitlikçi olabilir. Fakat bu yapılarda çoğu zaman “kolektifin menfaati” adı altında bireyin hakları bastırılır. Bir bireyin hangi ürünü ne kadar satabileceği, ne kadar üretebileceği, hangi pazar alanına erişebileceği, topluluk denetimi adıyla kısıtlanabilir. Bu, ekonomik bir baskıdır. Hatta yer yer kapitalist zorlamalardan daha sinsi bir baskı biçimidir. Çünkü bu sefer baskı “biziz” diyerek gelir. Oysa topluluk da olsa, bireyin rızasına aykırı hiçbir ekonomik zorlama, Tevhîdî ölçüye göre meşru değildir.

Tevhîdî Agorizm’de birey, kendi emeğinin karşılığını dilediği şekilde değerlendirme hakkına sahiptir. Bu değerlendirme süreci, ribâdan, haksız kazançtan ve istismardan uzak olduğu sürece, tam bir ekonomik özgürlük alanıdır. Çünkü mülk Allah’ındır ve insan, bu mülk üzerinde halifelik sorumluluğuyla hareket eder. Kolektifin dayatması da, şirketin sömürüsü de bu ilkeye aykırıdır.

Ayrıca, demokratik konfederalist ekonomik modelde “toplumsal fayda” kavramı sıkça vurgulanır. Ancak bu fayda tanımı, sabit bir ilkeye dayanmaz. Fayda; kimi zaman çevreci, kimi zaman feminist, kimi zaman yerelci reflekslerle belirlenir. Bu da ekonomik kararlarda ideolojik yönlendirme riski doğurur. Tevhîdî Agorizm ise toplumsal faydayı keyfî değil, vahiy merkezli tanımlar: Adaletli paylaşım, yetimin korunması, ihtiyaç sahibine infak, israftan sakınma, rızıkta helâllik... Bunlar, ekonomik ahlâkın ilkeleridir. Yani ekonomik düzen, ideolojik değil; itikadîdir.

Bir diğer nokta da “üretim araçları mülkiyeti” meselesidir. Demokratik konfederalizm, bu araçları toplumun denetimine verirken, bireysel sermayeyi potansiyel tehdit olarak görür. Tevhîdî Agorizm ise sermayeyi değil, haksız kazancı tehdit sayar. Yani bir kişi, Allah’ın helâl sınırları içinde kazandığı birikimiyle üretim aracına sahip olabilir. Bu sahiplik, eğer infakla, sadaka ile, zekâtla birleşiyorsa toplumu yozlaştırmaz; aksine diriltir. Çünkü bireyin malı, kulun değil, Allah’ın emaneti olarak görülür.

“Mallarınızı aranızda bâtıl yollarla yemeyin. Ancak karşılıklı rızaya dayanan ticaretle olabilir.”
(Nisâ Suresi, 29)

Bu ayet, ekonomik adaletin temelini atar: Birey özgürdür, ama bu özgürlük bâtıla değil; helâle yöneliktir. Demokratik konfederalizm bu ölçüyü tanımaz; özgürlüğü kolektife, meşruiyeti toplumun “rızasına” bırakır. Ama toplumun rızasıyla yapılan her iş meşru değildir. Firavun’un sarayında da halk razıydı. Ama orada adalet yoktu.

Tevhîdî Agorizm’in karşı-ekonomi anlayışı:

  • Devletin ve tekelin olmadığı,

  • Kolektifin baskısının bulunmadığı,

  • Ticaretin helâl, üretimin adil, paylaşımın ihlâsla yapıldığı,

  • Zekât, sadaka ve infakın dönüştürücü olduğu,

  • Bireyin Allah’a karşı sorumlu olduğu bir “şer’î serbest piyasa”dır.

Demokratik konfederalizm bu dengeyi kuramaz. Çünkü temeli vahye değil, ideolojiye dayanır. Onların pazarı “kimin daha ilerici olduğu” yarışıdır; bizim pazarımız “kim daha takvâlı ve adil davranıyor” meselesidir.

Demokratik konfederalist ekonomi anlayışı, bireyi özgürleştirme iddiasıyla yola çıkar; fakat çoğu zaman bireyin girişim kabiliyetini kolektifin “konsensüsüne” mahkûm eder. Oysa gerçek özgürlük, yalnızca bireyin kendi malı üzerinde tasarruf hakkıyla değil; bu tasarrufun hak ölçüsüne tabi olup olmamasıyla ilgilidir. Tevhîdî Agorizm, bireye mülkiyet hakkı tanır ama bu hakkı mutlaklaştırmaz; ilâhî sorumlulukla sınırlar.

Demokratik konfederalizm, kapitalist piyasanın adaletsizliğine karşı “toplum mülkiyeti”ni savunur. Ancak bu mülkiyet, aslında kolektif bürokrasiler eliyle yönetilir. Pazarlar, üretim araçları ve iş gücü havuzları; "komünal denetim" altında, belirli normlar çerçevesinde kontrol edilir. Bu, kapitalizmin dikey tahakkümünün yerine, yatay ama yaygın bir denetim ağı koyar. Tevhîdî Agorizm ise bu “toplumculuk” kılığındaki baskıcı ekonomik mimariye itiraz eder. Çünkü bu model, kulun kul üzerinde yeniden tahakküm kurmasının bir başka yoludur.

Kapitalizm, insanı tüketici olarak nesneleştirirken; kolektivist sistemler, onu üretici olarak makineleştirir. Her iki sistemde de birey, bir araçtır. Oysa Tevhîdî Agorizm’de birey, ekonomik sistemin nesnesi değil; sorumlu failidir. Pazar, sadece arz-talep ilişkilerinden ibaret değil; ahlâkî bir karşılaşma alanıdır. Birey, burada yalnızca meta değil, niyet de üretir. Kazancının niyetini, tasarrufunun niyetini, harcamasının niyetini sorgular. Çünkü kazanç, sadece cüzdana değil; kalbe de yazılır.

Demokratik konfederalist yapı, “toplumun ihtiyaçları”na göre üretimi organize eder. Ancak bu ihtiyaçlar, kim adına ve neye göre belirlenecektir? Bir toplumun ihtiyacı gerçekten pirinç mi, yoksa tevazu mu? Kâğıt mı, yoksa adalet mi? İnsanlar mı karar verir; yoksa vahiy mi? İşte burada mesele teknik değil; itikadîdir. Tevhîdî Agorizm’de “ihtiyaç” sadece mideden ibaret değildir; nefsin ve kalbin açlığı da dikkate alınır. O yüzden bizim üretimimiz, sadece meta üretimi değil; ahlâk üretimidir de.

Kooperatifçilik, demokratik konfederalizmin ekonomik belkemiğidir. Ancak bu kooperatifler çoğu zaman yerel ideoloji merkezlerine dönüşür. Hangi üretim yapılacak, kiminle ortak olunacak, kime satış yapılacak gibi sorular, “etik komisyonlar” veya “toplum değerleri” kisvesi altında yönlendirilir. Böylece “ahlâk” kolektifin çıkarına göre şekillenir. Ama bu, sabit bir ahlâk değildir. Bugün helâl sayılan, yarın politik konjonktüre göre yasaklanabilir.

Tevhîdî Agorizm ise ahlâkı piyasa dışı bir kaynağa bağlar: Allah’ın hükümleri. Faiz, her yerde haramdır. Hileli tartı, her pazarda haramdır. Zekât, her durumda farzdır. Ticaret ahlâkı, modaya değil; Kur’an’a tâbidir. Bu, ahlâkın istikrarını ve adaletin sabitliğini sağlar. Böylece Tevhîdî pazar, hem serbest hem de sorumlu olur.

“İnsan için ancak çalıştığı vardır. Ve çalışmasının karşılığı mutlaka görülecektir.”
(Necm Suresi, 39-40)

Bu ayet, emeğin ve karşılığının meşruiyetini ortaya koyar. Ama bu meşruiyetin zemini, Allah’ın belirlediği çizgilerle mümkündür. Tevhîdî Agorizm bu ayeti, hem özgür emeğin hem de helâl rızkın garantisi sayar.

Sonuç olarak:

Demokratik konfederalizm, ekonomik olarak:

  • Üretimi kolektifleştirerek bireysel iradeyi boğar,

  • Piyasa özgürlüğünü topluluk denetimiyle sınırlar,

  • Ahlâkı çoğunluğun kanaatlerine emanet eder,

  • “Toplum menfaati” adı altında ideolojik yönlendirme yapar.

Oysa Tevhîdî Agorizm:

  • Bireyin üretim ve tasarruf hakkını tanır ama ilâhî sorumlulukla sınırlar,

  • Piyasayı ribâdan ve sömürüden arındırarak ahlâklı hale getirir,

  • Mülkiyeti kutsamaz; emanettir der,

  • Ekonomik özgürlüğü nefsin değil, vahyin merkezine inşa eder.

Çünkü bizim pazarda ölçü, fiyat değil takvâdır. Kazanç, sadece malda değil; niyette de ölçülür. Ve bu niyetin sahibi, yalnız Allah’tır.


4. İnanç ve Manâ Boşluğu

Demokratik konfederalizmin en büyük zaafı, bir manâ boşluğu taşımasıdır. Otonomi ve çoğulculuk adına, mutlak doğru fikrinden uzak durur. Bu da hak-bâtıl ayrımını silikleştirir. Her inanç, her fikir eşit sayılır. Ama bu hakikatin kendisine ihanettir. Tevhîdî Agorizm için, fikirlerin değil, hakikatin çoğulculuğu esastır. Farklılıklar, Allah’ın yaratışının tecellisidir ama bu farklar bâtıla meşruiyet vermez.

Kürt hareketi içinde demokratik konfederalizmin yükselişi, halkların sekülerleştirilmesi ve Tevhîd’in toplumsal anlamda etkisizleştirilmesiyle birlikte düşünülmelidir. Allah’ın hükmünün dışında kalan hiçbir model kurtuluş vaad edemez.

Demokratik konfederalizm, anlam krizine girmiş çağdaş dünyanın siyasal bir yansımasıdır. “Çoğulculuk”, “otonomi”, “katılım” gibi kavramlarla bir sistem inşa etmeye çalışır, ama bu sistemin nihai amacı nedir? Sadece yerinden yönetim mi? Sadece farklılıkların bir arada yaşaması mı? Peki, insan neden yaşar? Neye göre yaşar? Ne için yaşar? İşte bu sorular cevapsız kaldığında, her sistem bir boşluk rejimine dönüşür.

Tevhîdî Agorizm, bu boşluğu görür ve ona vahyin anlamı ile karşılık verir. Çünkü bir toplum sadece ekonomik yapısıyla, sadece siyasi örgütlenmesiyle veya toplumsal katılımıyla değil; neyin hak, neyin bâtıl olduğuna dair inancıyla yaşar. Demokratik konfederalizm ise hak-bâtıl ayrımı yapmaktan özellikle kaçınır. Bu da onu, ahlâkî görecelik içinde devinip duran bir sistem haline getirir.

Bir toplumda her inanç eşit, her fikir meşru, her tercih saygıya lâyık görülüyorsa; bu toplumda artık “hakikat” diye bir şeyden söz edilemez. Çünkü hakikatin olmadığı yerde herkesin “doğrusu” vardır, ama hiç kimsenin “sorumluluğu” yoktur. Bu da ahlâkı yerinden eder, manâyı hükümsüz kılar. Tevhîdî Agorizm bu dağınıklığı reddeder. Çünkü:

“Hak geldi, bâtıl zail oldu. Zaten bâtıl yok olmaya mahkûmdur.”
(İsrâ Sûresi, 81)

Bu ayet, bir sistemin temel taşıdır. Tevhîdî toplum, her ne kadar farklılıkları tanısa da, bâtılı hakla eşitlemez. İtiraz hakkı vardır; ama bâtılın meşruiyet hakkı yoktur. Bu fark, sistemi şekillendiren esas ilkedir.

Demokratik konfederalizm, özellikle Ortadoğu’daki halklar üzerinde bu manâ boşluğunu yaygınlaştıran bir işleve sahip olmuştur. Kürt halkı, tarih boyunca zulme uğramış, parçalanmış, inkâr edilmiş bir millettir. Fakat bu mazlumluk, onu yeni bir seküler kurtuluş mitine teslim etmiştir. Demokratik konfederalizm, zulme karşı direnişi Tevhîdî bir çizgide değil; laik, feminist, ekolojist ve etnisite temelli bir zemin üzerine inşa etmeye çalışmıştır. Bu da Kürt halkının tarihsel İslâmî hafızasından bir kopuşa neden olmuştur.

Daha önce Bediüzzaman Said Nursî, Kürtlerin kurtuluşunun İslâm’da olduğunu savunmuştu. Ona göre milliyetçilik değil, Tevhîd esaslı bir kardeşlik onları diriltebilirdi. Bugünse bu fikir, “demokratik ulus” kavramı üzerinden, manevî boyutu silinmiş bir kimlikçiliğe indirgenmiş durumda. Demokratik konfederalizm, inancı toplumdan çıkartmaz; ama onu görünmezleştirir. Allah’ın hükmü, artık bireysel tercihe, vicdanî inanca dönüşür. Yani siyaset, Tevhîdî bağından koparılır.

Tevhîdî Agorizm ise siyasal alanı “nötr” görmez. Bilâkis, her siyasî yapı bir akideyi yansıtır. Ya Allah’ın hükmüne dayanır, ya da O’nun dışında başka hüküm koyucuları meşrulaştırır. Bu yüzden Tevhîdî Agorizm’e göre, nötrlük diye bir şey yoktur. Ya hak vardır ya bâtıl. Ya tevhîd vardır ya şirk. Bu ikisi arasında “katılımcı denge” kurulamaz. Bu nedenle biz, fikirler arasında serbestlik değil; hakikate bağlılık ararız.

İnanç, bireysel bir tecrübe değil; toplumsal bir yön tayinidir. Bir toplum Allah’a inanıyorsa, bu inanç sadece cami duvarında kalmaz; pazarda, mecliste, okullarda ve üretim yapılarında kendini gösterir. Oysa demokratik konfederalizmde inanç kamusal alandan çıkarılır, bireysel alana hapsedilir. Böylece din özel, ideoloji kamusal hale gelir. Bu da, aslında sekülerliğin klasik biçiminin yeniden üretimidir.

Tevhîdî Agorizm’in cevabı nettir:
İnanç kamusal değildir, çünkü zaten tüm varlık alanı Allah’ındır. Kamusal-özel ayrımı, seküler aklın bir dayatmasıdır. Oysa biz, Allah’ın hükmünün geçmediği hiçbir alanı meşru görmeyiz. Bu, bireyin de toplumun da fıtrî bağını korur.

Demokratik konfederalizm, inançlara alan açtığını savunsa da, bu alan anlamsızlaştırılmış bir özgürlük zemini içinde sunulur. Yani sen Allah’a inanabilirsin, ama bu inancın toplumsal bir ölçü olamaz. Başörtüsü takabilirsin, ama bu başörtüsü kamusal bir norm olamaz. Faizden uzak durabilirsin, ama faiz sistemine karşı mücadele edemezsin. Çünkü bu sistemde hakikat, bireysel olur; toplumun ise yalnızca uzlaşması önemlidir.

Bu ise tam anlamıyla nihilistik bir eşitliktir. Çünkü hiçbir düşünce, diğerinin üstünde yer alamaz. Zinâ ile iffetin, faizle infâkın, Tevhîd ile şirk’in aynı düzlemde değerlendirildiği bir düzende; artık hakikatten değil, nötr fikirlerden söz edilir. Ama insan fıtratı nötr değildir. Kalp, hakikati arar. Vicdan, adalet ister. Varlık, yaratılış gayesi taşır. Bu yüzden Tevhîdî Agorizm, insanın fıtratına aykırı olan her ideolojik eşitlemeyi reddeder.

“Onlar ağızlarıyla Allah’ın nurunu söndürmek isterler. Oysa Allah nurunu tamamlayacaktır, kâfirler istemese de.”
(Saf Sûresi, 8)

Bu ayet, hakikatin yalnızca korunması değil; yeniden ayağa kaldırılması gerektiğini gösterir. Demokratik konfederalizm ise nurun kendisini değil, karanlığın çeşitliliğini meşrulaştırır. Yani bâtıl görüşler “halkın iradesi” adıyla korunur, teşvik edilir ve zamanla hakikatin yerine geçirilir. Bu, sadece bir inanç krizi değil; ontolojik bir çöküştür.

Tevhîdî Agorizm, bu çöküşü durdurmak için ortaya çıkmaz; onun içinden koparak kendi varlığını inşa eder. Çünkü bir sistem hem Allah’a hem halka aynı anda hüküm koyma yetkisi veremez. Ya Allah hükmeder, ya mahlûk. Tevhîdî Agorist yaklaşımda halk, ancak ilâhî ölçüye göre yönlendirilen bir şûrâ aracılığıyla hükme katılabilir. Ama hüküm daima Allah’a aittir.

Demokratik konfederalizmin manâsızlaştırdığı bir diğer şey de şehâdet bilincidir. Tevhîdî toplumda her birey, yalnız Allah’a kulluk etmekle mükellef olduğunun farkındadır. Bu farkındalık, sosyal hayatın her alanını kuşatır: Alışverişte, oy vermede, karar alma süreçlerinde, hatta protestoda bile bir şahidlik sorumluluğu taşır. Demokratik konfederalizmde ise birey yalnızca “özgür bir yurttaş”tır. Bu yurttaşlık, hakikate değil; prosedüre dayanır. Katılım yeterlidir; yön nereye olursa olsun.

İşte tam da bu yüzden Tevhîdî Agorizm, bireye “sadece katıl” demez. “Hak üzere şahitlik et” der. Hakikati tanı, bâtılı reddet. Karar alırken, üretirken, konuşurken, yalnızca Allah’ın rızasını gözet. Çünkü insan, nötr bir varlık değil; bir kuldur. Kulun görevi sadece yaşamak değil, anlamlı yaşamaktır.

Ve bu anlam, ancak Tevhîd ile mümkündür.


5. Tevhîdî Alternatif: Hakikatin Cemiyeti

Tevhîdî Agorizm, Allah’tan başkasına kulluğu reddeden bir direniş biçimidir. Devletsizdir ama kaotik değildir. Karşı-ekonomiktir ama bireyselliği ezmez. Cemaat temellidir ama tahakkümcü değildir. Herkesin bir nevi “emîr” olduğu, fakat yalnızca Allah’a hesap verdiği bir sistemdir.

O halde çözüm, demokratik konfederalizmin seküler kooperatifçiliğinde değil; adâletin, merhametin ve şûrânın Allah’ın hükümleri çerçevesinde kurulduğu Tevhîdî bir toplulukta yatmaktadır.

Tevhîdî Agorizm yalnızca eleştiren değil; aynı zamanda inşa eden bir fikrî duruştur. O, mevcut seküler sistemlerin zaaflarını teşhir ederken aynı zamanda bu zaafların yerine hak temelli bir toplumu teklif eder. Bu toplum, kaostan arınmış, devletten bağımsız, bireysel hevâya teslim olmamış ve şûrâ ile yoğrulmuş bir cemiyet-i hakikattir.

Bu cemiyetin temelinde, ne ırk ne sınıf ne de ideoloji vardır. Temel, Tevhîd’dir. Yani Allah’ı tek otorite kabul eden, hüküm koymada O’ndan başkasını meşru görmeyen bir duruştur. Bu toplumda herkes hem özgürdür hem sorumlu; hem bireydir hem ümmetin parçası. Çünkü burada özgürlük, başıboşluk değil; ilâhî bağa sadakattir.

Tevhîdî cemiyetin üç direği vardır:

1. Adâlet:

Tevhîdî Agorist toplumda adâlet, bireyler ya da çoğunluk tarafından tanımlanmaz. Kur’an’ın ve Sünnet’in ışığında sabitlenmiş bir hakikate dayanır. Kimsenin malı kolektifin adına gaspedilemez, kimse bir topluluk adına susturulamaz. Adâlet, hiçbir ideolojinin değil, yalnızca Allah’ın isimlerinin yeryüzündeki tecellisidir. “El-Adl” ismiyle adâletin ölçüsü belirlenmiştir ve bu ölçü ne değişir ne eğrilir.

2. Merhamet:

Kapitalist sistemde merhamet zaaf sayılır; kolektivist sistemlerde ise mekanik bir görev. Ama Tevhîdî Agorist toplumda merhamet, hem toplumsal adaletin teminatıdır hem de bireyler arası hukukun can damarıdır. Çünkü Allah “Er-Rahmân”dır ve bu rahmetin topluma yansıması, ancak bireyin diğerine karşı hak üzere şefkatli olmasıyla mümkündür. Bu toplumda aç kalmak ayıptır; ama kimseyi zorla doyurmak da şirk kokar. Merhamet, gönül ve imanla gelen bir yükümlülüktür.

3. Şûrâ:

Tevhîdî Agorizm’de şûrâ, çoğunluğun arzularını değil, hakikatin izini takip etmek için vardır. Her birey danışılır, çünkü her mü’min bir şahittir. Ama son karar, şûrâdaki reylerin toplamı değil; bu reylerin vahye uygunluğu ile ölçülür. Bu, meclislerin tiranlığını değil; hakikatin egemenliğini garanti eder. Şûrâ, irade beyanı değil; sorumluluk beyanıdır.

Bu cemiyet nasıl işler?

Tevhîdî Agorist toplumda üretim, mülkiyet, hukuk, eğitim ve savunma, merkezi değil; cemaat eksenlidir. Her birey kendi rızkını helâl yolla kazanmakla yükümlüdür ama bu kazanç toplumun refahıyla bağlantılıdır. Devlet gibi cebrî bir üst otorite yoktur; fakat topluluklar ilâhî ölçülerle birbirine bağlıdır. Kimse bir diğerini yönetmez; fakat herkes birbirine hakkı ve sabrı tavsiye eder.

Cemaat yapısı, emir-komuta zinciriyle değil; istişare, ortak emanet ve ahlâkî bağlarla işler. Birey, yalnızca Allah’a hesap verir ama bu hesap, onun topluma karşı da sorumluluk taşımasına neden olur. Zira biz, sadece bireysel kurtuluş için değil; bir ümmetin şahitleri olmak için yaratıldık.

“Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah’a inanırsınız.”
(Âl-i İmrân, 110)

Bu ayet, Tevhîdî cemiyetin ruhunu tarif eder. Bu cemiyetin amacı, sadece adil bir yaşam kurmak değil; hakikati yeryüzünde görünür kılmaktır. Ne çoğunlukla, ne anayasayla, ne ideolojik mutabakatla… Sadece ve sadece Allah’ın muradıyla.


Son Söz:

Demokratik konfederalizm bir adım gibi görünse de, son durak değildir. Otonomi, hakikatsizse nihilizme dönüşür. O yüzden bizim yolumuz, yalnızca devlete değil, şirk düzenine de karşıdır. Ne devletin zoru, ne halkın hevâsı… Sadece Allah’ın hükmüyle özgürleşen bir cemiyet istiyoruz. Bu yüzden Tevhîdî Agorizm, özgürlüğün fıtratla buluştuğu yerdir.


Tevhidi Agorizm için tasarı (manifestom için bir prototip)

  ↪Tevhîdî Agorist İslami İdeoloji Tasarımı 1. Temel Felsefe ve İdeolojik Kökenler Tevhîd (Allah’ın Birliği): İdeolojinin temelini sadece A...