24 Haziran 2025 Salı

Marx hakkında...

 Emeğin Tanrısı, Sistemin Zinciri: Marx’a Dostane Bir Eleştiri



Karl Marx… Bir asırdan fazladır, ezilenlerin, emekçilerin ve sistem mağdurlarının dilinde yankılanan büyük bir isim. Fikirleriyle düzeni sarsmış, teorisiyle çağları biçimlendirmiş bir düşünür. Onu okumak, bir tür zihinsel devrim deneyimidir. Fakat onu kutsamak, düşüncenin doğal gelişimini boğar. Ben Marx’a inananlardan değilim ama onun çabalarına saygı duyanlardanım. Ve tam da bu sebeple, burada dostane bir eleştiriyle karşınızdayım.

I. Marx’ın Mücadelesi: Bir Aydın Olarak Onuru

Marx, yalnızca bir ekonomist ya da filozof değildi; aynı zamanda çağının vicdanıydı. Sanayi Devrimi’nin yeni tanrılarla dolu çelik tapınaklarında insanlar birer makineye indirgenirken, Marx o tapınakların içine girip onların kutsal varsayımlarını sorgulayan ilk düşünürlerden biri oldu. Yazdığı her cümle, yaşadığı çağın kahrıyla damgalanmıştı. O, sadece sistemin kurallarını anlamaya çalışan biri değildi; aynı zamanda o kuralların kimleri ezdiğini, kimleri büyüttüğünü ve kimleri görünmezleştirdiğini görebilen nadir bir gözlemciydi.

Kapital, yalnızca bir iktisat kitabı değil, insanlık tarihinin en derin eleştirel metinlerinden biridir. Marx, sermayenin nasıl işlediğini değil, nasıl hükmettiğini; meta ilişkilerinin nasıl üretildiğini değil, nasıl kutsallaştırıldığını anlatır. Artı değer teorisi, yalnızca emek sömürüsünü tarif etmekle kalmaz, aynı zamanda modern zamanların görünmez kölelik biçimini deşifre eder. O, değerin üretim sürecinde çarpıtıldığını, insan emeğinin bir metaya, bir ölçü birimine, bir hesaba indirgenerek insanın bizzat kendisinin metalaştırıldığını göstermiştir.

Marx’ın en büyük gücü, yaşadığı çağın çelişkilerini kişisel bir ahlâkî kaygı ile ele almasıdır. Onun için devrim bir entelektüel fantezi değil, vicdanî bir zorunluluktu. Ezilenlerin acısı, onun için sadece bir “veri” değil; aynı zamanda felsefî bir yıkım sebebiydi. Belki de bu yüzden Marx’ın metinleri yalnızca anlaşılmak için değil; hissedilmek, içe sindirilmek için yazılmış gibidir.

Fakat her büyük teşhis, beraberinde büyük bir tedavi sorumluluğu da doğurur. Marx, hastalığı maharetle teşhis etmiş; kapitalizmin kalbindeki çürümüşlüğü soymuş, onun ideolojik kılıflarını yerle bir etmiştir. Ancak sunduğu çözüm –yani proletarya diktatörlüğü üzerinden komünist toplum– uygulamada çoğu zaman yeni bir tahakküm biçimine dönüşmüş; insanı kurtarmak yerine başka bir sistem içinde sıkıştırmıştır.

Zira bir sistemi anlamakla onu dönüştürmek aynı şey değildir. Marx’ın sistemi anlama biçimi son derece derin ve yapısaldı; fakat dönüşüm önerisi, bazen bu derinliğin gerisinde kalmış, insan doğasının çok katmanlı yapısını yeterince hesaba katmamıştır.

Onun sistem karşıtlığı, sistemin kendisini devlete yüklerken; çözüm olarak da devleti –geçici de olsa– bir devrim aygıtı olarak yeniden kurmayı öngörür. Oysa bu, Marx’ın yıktığı tanrılar yerine yeni putlar dikmekten ibaret olabilir. Devrimciler eski iktidarı yıkar, ama çoğu zaman eski iktidarın yöntemlerini ödünç alarak yenisini kurarlar.

Buna rağmen Marx’ın çabası küçümsenemez. Çünkü o, bugüne kadar süregelen birçok alternatif düşünce akımının önünü açmış, farklı yol ve yaklaşımlar için kapı aralamıştır. Kendi içindeki çelişkilere rağmen, bir aydın olarak onuru, çabası ve samimiyeti inkâr edilemez.

Ve bu nedenle, onu eleştirirken dahi, onu dinlemeye devam etmek gerekir. Çünkü Marx yalnızca “ne yapılmaması gerektiğini” değil; aynı zamanda “ne sorulması gerektiğini” de bize öğretmiştir.

Marx, bir sistemi analiz ederken onu yalnızca parçalarına ayırmadı; onun ruhunu da açığa çıkardı. Kapitalist düzenin yalnız ekonomik değil, aynı zamanda ideolojik, kültürel ve hatta psikolojik bir tahakküm aracı olduğunu gösterdi. Bu, onun devrimci yönteminin yalnızca maddî yapılarla değil; aynı zamanda insan zihniyle, davranış kalıplarıyla, alışkanlıklarla da ilgilendiğini gösterir.

Yine de Marx’ın yapısalcılığı, bazen bireysel iradeyi gölgede bırakır. Onun analizinde, insanlar çoğu zaman tarihsel süreçlerin taşıyıcısı olarak görünür: sınıfların temsilcileri, üretim ilişkilerinin aktörleri, ideolojilerin nesneleri. Oysa birey; sadece konumlanan değil, anlam veren bir varlıktır. Marx’ın devrim anlayışı, bu anlam verme kapasitesini çoğu zaman kolektif bilince indirger. Ama insan, yalnızca sınıfın değil, aynı zamanda manevî arayışın da temsilcisidir.

Bugün bizler, Marx’ın açtığı yolda yürümek zorunda değiliz; ama onun açtığı bakış açısıyla düşünmekle yükümlüyüz. Kapitalizmin çarkları hâlâ dönüyor, yalnızca fabrika dumanlarında değil; algoritmalarda, verilerde, dijital kölelik biçimlerinde. Üretim ilişkileri sanallaşmış olabilir ama sömürü, biçim değiştirmiş bir gerçeklik olarak devam etmektedir.

İşte tam burada Marx’ın çözüm önerilerinin sınırları görünür hâle gelir. Bugünün dünyasında, kapitalizmin merkezî düşmanı sadece mülkiyet yapısı değil; aynı zamanda dağıtılmış otorite, gözetim teknolojisi, gönüllü köleliktir. Yeni tahakküm biçimleri, artık yalnızca patronlarda değil; kullanıcı sözleşmelerinde, reklam algoritmalarında, kimlik politikalarında gizlenir. Bu yüzden eski reçeteler yetmez. Yeni mücadele biçimleri, yeni ahlâkî ilkeler ve daha derin bir varlık anlayışı gerekir.

Ben Marx’ın niyetine inandım; ama yöntemine değil. Onun çağındaki sınıflar keskin ve belirgindi; bugünün sömürü biçimleri ise akışkan, esnek ve daha içselleştirilmiş. Bu yüzden bir ütopya değil; bir direniş tarzı, bir ahlâkî örgütlenme modeli gerekiyor. Tevhîdî Agorizm gibi yeni arayışlar, tam da bu noktada Marx’tan esinlenir ama ona teslim olmaz. Sistem karşıtlığı ile vahiy temelli bir adalet arayışı arasında köprü kurar.

Marx bize “neye karşı çıkmamız gerektiğini” öğretti. Şimdi görevimiz “neyi nasıl inşa edeceğimizi” sormaktır. Onu geçmek, onu silmek değil; onun bıraktığı boşluğu daha hakikatli, daha katılımcı, daha insanca bir dille doldurmaktır.

Ve belki de en fazla şunu unutmamaktır:
Her büyük fikir, kendisinden sonraki itirazların doğumuna vesile olur.

Bu nedenle çağımızın sorusu yalnızca “kapitalizmi nasıl yıkacağız?” değil, aynı zamanda “kapitalizmin dışına nasıl çıkacağız?” sorusudur. Çünkü sistem sadece bir tahakküm biçimi değil; bir düşünme, hissetme ve yaşama biçimi hâline gelmiştir. Artık çelişki yalnız patronla işçi arasında değil, insanın iç dünyasında yaşanmaktadır. İnsan, kendi tüketiminden, kendi konum arzusundan, kendi görsel imgesinden bile soyunmadan bu sistemden çıkamaz.

İşte burada, Marx’ın bıraktığı yerden devam etmek isteyenlerin sıklıkla tökezlediği bir eşiğe geliyoruz: yeni bir toplumu tasarlamakla, yaşanabilir bir topluluğu kurmak aynı şey değildir. Marx bir sistemin analizini büyük bir maharetle sundu, ancak mikro ölçekte, gündelik hayatta, ahlâkî düzlemde bu sistemi nasıl aşacağımıza dair somut modeller bırakmadı. Çünkü o, dönüşümü devrimle, toplumu tarihle, insanı sınıfla açıkladı. Hâlbuki insanın kurtuluşu bazen tarihin dışına çekilmekle, bazen küçük bir pazar yerinde kurulan adil bir alışverişle, bazen de sadece bir sözün tutulmasıyla başlar.

Bu yüzden bugün ihtiyacımız olan şey, yaşamı inkılâp gibi değil, inşa gibi görmektir.

Tevhîdî Agorizm bu inşa fikrini merkeze alır. Devrimi yukarıdan bir yıkım olarak değil, aşağıdan bir kurgu, bir yapı olarak tasavvur eder. Bu yaklaşım, Marx’ın maddî gerçeklik analizini alır; ama onu vahiy merkezli bir ahlâkla yoğurur. İnsan yalnızca üretim yapan bir varlık değil, emanet taşıyan bir varlıktır. Mülk, yalnızca iktisadî bir araç değil; ilâhî bir sınavdır. Takas, yalnızca alternatif bir alışveriş biçimi değil; mülkün şirkten arındırılmış, sadakate dayalı bir formudur.

Biz artık büyük teorilerin ve hazır ütopyaların peşinde değiliz. Bizim ihtiyacımız olan şey, yeryüzünde küçük ama sahici yankılar yaratacak, adaletin önce kalpte, sonra pazarda, sonra toplumda yeşereceği örneklerdir. Yıkılmış sistemlerin küllerinden doğacak olan şey, bir ideoloji değil; bir ahlâkî ekosistem olmalıdır.

Marx bu çağın eleştirisini yaptı. Biz bu çağın şahitliğini yapmalıyız. O sistemin ruhunu teşhir etti. Biz o ruha karşı başka bir nefes üflemeliyiz. O sistemi analiz etti. Biz sistemi terk edenleri bir araya getirmeliyiz.

Ve her terk ediş, aynı zamanda yeni bir doğuştur.
Yalnız kalmış her fikir, bir gün hakikatin sesiyle tekrar can bulur.
Ve her dürüst eleştiri, aslında vefalı bir sadakattir.

Marx’a karşı yazmadım bu satırları — onunla yol ayrımında bir selam verdim.

II. Tarihsel Determinizmin Kırılganlığı

Marx’ın tarih anlayışı “tarihsel materyalizm” üzerine kurulur. İnsanlık tarihi, üretim araçlarının gelişimine bağlı olarak aşamalarla ilerler: İlkel komünal → kölecilik → feodalizm → kapitalizm → sosyalizm → komünizm…

Bu yaklaşım, tarihî süreci makineleştirir. İnsan iradesi, ahlâkî tercihleri ya da toplulukların kültürel özgünlüğü neredeyse hiç hesaba katılmaz.
Hâlbuki tarih, tek çizgili bir nehir değil, çok yönlü akan bir deltalardır. Direniş, sadece üretim ilişkilerine değil; inanca, geleneğe, hatta anlam arayışına da dayanabilir. Marx, bu karmaşıklığı zaman zaman indirger ve devrimi kaçınılmaz bir fizik yasası gibi sunar. Ama tarih, yasa tanımaz; sadece iz sürer.

Tarihi yalnızca üretim araçlarının gelişimine indirgemek, onu bir mühendislik problemi gibi ele almaktır. Oysa tarih, ne salt maddeyle yazılır, ne de sadece zorunluluklarla şekillenir. Tarih, insanın hatırlama biçimi kadar, unutma biçimiyle de inşa olur. Bazen bir halk, bin yıllık acıyı unutur da yeniden zincirlenir; bazen bir kişi, hatırladığı bir sözle bütün düzeni sarsar.

Marx’ın tarihsel materyalizmi, sistemli ve tutarlı olsa da, insanı irade sahibi bir özne olmaktan çok, tarihin taşıyıcısı bir nesneye dönüştürür. Bu düşüncede birey, çoğu zaman büyük süreçlerin, yapısal dönüşümlerin, üretim temelli çatışmaların bir ürünü olarak konumlanır. Fakat insanın tarihi bu kadar düz çizgili değildir. Bazen en zayıf görünen kişi, tarihin akışını bükebilir. Bazen bir toplum, kendisinden beklenmeyen bir anda büyük bir sıçrama yapabilir — ve bu sıçramayı sağlayan şey ne üretim ilişkileri, ne sınıf bilinci, ne de ekonomik zorunluluklardır; yalnızca anlamdır.

Bu yüzden tarih, yalnızca analiz edilecek bir süreç değil; aynı zamanda anlamlandırılacak bir yoldur. Ve bu anlam, sadece üretim tarzıyla değil, hakikatle, adaletle, inançla ve hatta özlemle kurulur.

Tarihsel materyalizm, her şeyi bir ilerleme modeli olarak sunar. Ama ilerleme her zaman kurtuluş anlamına gelmez. İnsanlık birçok kez “ileri” gitmiştir ama bu, hep iyiye doğru olduğu anlamına gelmez. Atom bombası da ilerlemenin bir sonucudur, algoritmik kölelik de. Eğer ilerleme fikrinin içinde ahlâk yoksa, o zaman tarih ilerledikçe değil, çöktükçe yol alır.

Marx’ın tarihsel modeli, devrimi neredeyse bir doğa yasası gibi sunar: Kapitalizmin çelişkileri derinleştikçe, işçi sınıfı bilinç kazanır ve devrim kaçınılmaz olur. Oysa devrim, bir matematiksel sonuç değil; bir insanlık kararıdır. Bazen çelişkiler artar ama teslimiyet yayılır. Bazen sınıf bilinci doğar ama karşılık bulmaz. İnsan, yalnızca ekonomik şartların ürünü değildir. Umut, korku, inanç ve hayal gücü — bunlar tarih yazan görünmez kalemlerdir.

Tevhîdî Agorizm, tarihe başka bir gözle bakar. O, insanı yalnızca bir üretici, bir sınıf öznesi, bir tarihsel kategori olarak görmez. İnsan, Allah’a karşı sorumlu bir varlıktır; yaptığı her tercih, sadece dünyevî değil, aynı zamanda uhrevîdir. Dolayısıyla tarih, sadece üretim güçlerinin evrimi değil; aynı zamanda kulluğun, sorumluluğun ve anlam arayışının sahnesidir. Bu yüzden Tevhîdî bir tarih okuması, materyalist çizgiyi yırtarak tarihe müdahil olma hakkı doğurur. İnsan, yazgısını sorgulayabilir, yeniden çizebilir. Tarih, tek bir yoldan değil; milyonlarca istikametten oluşur. Ve her istikamet, yeni bir inşa iradesi doğurabilir.

Bu nedenle Marx’ın tarih anlayışı bir başlangıçtır, bir çerçevedir. Ama o çerçevenin dışında kalanı da görmek gerekir. Tarih yalnızca mülkiyet ilişkileriyle değil, mülkün sahibi kimdir sorusuyla da yazılır. Ve işte o soru, insanı yalnızca üretimin değil, hakikatin de öznesi hâline getirir.

Tarih, yalnızca olup bitmiş olayların sıralı bir toplamı değil; her an yeniden açılabilen bir imkân kitabıdır. O kitap, bazı ellerde kadere indirgenir, bazı ellerde istismara. Ama hakikatin izini sürenler için tarih, insanın yeryüzünde bıraktığı niyetlerin, ihanetlerin ve sadakatlerin haritasıdır. Ve o harita, her nesilde yeniden çizilir.

Marx’ın tarih anlayışı, devrimci değişimi neredeyse jeolojik bir zorunluluk gibi sunarken; Tevhîdî Agorizm, değişimin öznesini yalnızca sınıfa değil, vicdana dayandırır. Çünkü gerçek dönüşüm, ekonomik yapının değişmesinden önce, insanın iç dünyasında başlar. Kapitalizmi alt edecek şey yalnızca kolektif öfke değil, ahlâkî bir yeniden uyanıştır.

Bu bağlamda Tevhîdî Agorizm, tarihsel süreci belirleyen asli unsuru “üretim tarzı” değil, hesap günü bilinci olarak tanımlar. Zira bir toplumun tarih içindeki konumu, ne kadar üretim yaptığıyla değil; üretimini ne için ve nasıl yaptığıyla anlam kazanır. Bu, tarih içinde “ilerleme” değil; tarih boyunca “sorumluluk alma” arzusudur. Ve bu arzunun kaynağı, ekonomik çelişkilerden değil; hikmetle örülmüş bir adalet anlayışından gelir.

Tarihi hakikatle bağdaştırmayan her teori, sonunda bir propagandaya dönüşür. Tevhîdî bakış ise, tarihi salt bir insanlık mücadelesi değil, aynı zamanda ilâhî bir emanetin yeryüzündeki imtihanı olarak kavrar. Bu yüzden tarih, yalnızca neyin nasıl değiştiği değil; kimin neden değiştiği sorusunu da sormalıdır.

Marx, insanlık tarihini sınıf savaşlarının tarihi olarak tanımladı. Bu doğrudur ama eksiktir. Çünkü insanlık tarihi aynı zamanda, güçle ahlâk arasında geçen bir hesaplaşmanın da tarihidir. Ve bu hesaplaşma, çoğu kez meydanlarda değil; pazarlarda, aile içinde, topluluklarda, yani gündelik hayatın kıyısında yaşanır.

O hâlde, bizim tarih anlayışımız, yalnızca büyük olayların değil; küçük sadakatlerin, sessiz direnişlerin, unutturulmuş dayanışmaların da izini sürmelidir. Çünkü hakikat, çoğu zaman arşivlerde değil; kalplerde saklıdır. Ve tarih, yalnızca yazıldığında değil, yaşandığında da kutsal bir iz taşır.

Bu nedenle bizler, Marx’ın tarih anlayışını bir temel olarak alabiliriz. Ama üstüne başka bir bina kurmak zorundayız. O binanın harcı, mülkiyet ilişkilerinden değil; emanet ahlâkından, vicdanî dayanışmadan ve ilkesel adaletten oluşmalıdır. Ve işte o zaman, tarih yalnızca anlatılan değil; yaşanabilir bir gerçekliğe dönüşür.

III. Devlet ve Şiddet: Geçici Araç mı, Kalıcı Sorun mu?

Marx’a göre devlet, egemen sınıfın baskı aracıdır. Bu tespiti, günümüz otoriter yapılarında hâlâ doğruluğunu korur. Ancak çözüm olarak öne sürdüğü şey –proletarya diktatörlüğü– yeni bir merkezîleşme biçimidir. “Geçici” olarak sunulan bu durum, çoğu örnekte kalıcı bir tahakküm düzenine evrilmiştir.

Sistemi yıkan şiddetin, yeni sistemin kurucusu haline geldiği yerde, özgürlük yeniden ertelenir. Marx, devleti çözeceğini söyler ama önce onu güçlendirmek gerektiğine inanır. Oysa bu, suyu ateşle söndürmeye çalışmaktır. Hakiki bir çözüm, yukarıdan aşağı değil; aşağıdan yukarı, gönüllü, yatay ve ahlâkî bir örgütlenmeyi esas almalıdır.

Devlet, Marx için tarihsel bir araçtır; sınıf çatışmalarının sonucunda ortaya çıkan ve egemen sınıfın çıkarlarını koruyan bir baskı aygıtı. Fakat bu tespit doğru olduğu kadar yetersizdir. Çünkü Marx, baskının kaynağını yalnızca sınıfsal menfaatlerde arar; devleti yalnızca bu menfaatlerin bir yansıması olarak görür. Böylece devletin, kendi başına bir varlık, bir karakter ve hatta bir patoloji geliştirebileceğini göz ardı eder.

Tarih, bize devletin sadece egemen sınıfın değil, kendi varlığının devamını sağlayacak her yapının hizmetkârı hâline gelebileceğini göstermiştir. Devlet, bazen işçi adına işçiye baskı uygular; bazen halk adına halkı susturur; bazen güvenlik adına korkuyu yaygınlaştırır. Dolayısıyla sorun yalnızca kimin devlete sahip olduğu değil, devletin bizzat varlığıdır.

Marx’ın çözümü olan proletarya diktatörlüğü, “geçici” olacağı söylenen bir iktidar biçimi olarak sunulur. Fakat tarih, bu geçiciliğin nasıl da kalıcılaştığını, yeni bürokrasilerin, yeni sınıfların, yeni tahakküm katmanlarının nasıl oluştuğunu defalarca gösterdi. Şiddetle alınan iktidar, şiddeti kendine bekçi yapar. Devletin şiddeti ortadan kaldırmak yerine tekelleştirdiği yerde, halk artık yalnızca özgürlük mücadelesi değil, devlete karşı hayatta kalma mücadelesi verir.

Oysa hakikî adalet, yukarıdan aşağıya dayatılan değil; aşağıdan yukarıya, gönüllü biçimde kurulan bir dengede yeşerir. Devletin olmadığı bir toplum hayal etmek romantik değil; ahlâkî bir zorunluluktur. Çünkü tahakküm, yalnızca kimin yönettiğiyle değil, yönetme eyleminin doğasıyla ilgilidir. Ve hiçbir kutsal metin, insanların birbirine Rab olması gerektiğini söylemez.

Tevhîdî Agorizm bu noktada devleti, sadece sınıf çıkarlarının değil; tevhid dışı iktidar anlayışlarının da tezahürü olarak görür. Şirk, yalnızca putlara tapmakla olmaz; yönetme hakkını Allah’tan başka bir merciye atfetmek de şirktir. Bu nedenle devlete karşı olmak, sadece politik bir pozisyon değil; imanî bir duruştur.

Devletin alternatifi kaos değildir. Aksine, halkın iradesiyle şekillenmiş yatay örgütlenmeler, cemaat temelli dayanışma ağları, karşı-ekonomik birliktelikler ve ahlâk merkezli sözleşmeler, toplumun asli dokusunu oluşturur. Otorite, yukarıdan inmez; emanet olarak aşağıdan yükselir. Ve bu emanet, halkın denetimine, şeffaflığa, dürüstlüğe ve hesap verebilirliğe dayanır.

Tevhîdî Agorizm, iktidarı değil; adaleti önceleyen bir örgütlenmeyi savunur. Bu örgütlenme, ne orduya ne saraya ne bayrağa ne de bakanlığa ihtiyaç duyar. Yeryüzü halklarının ortak vicdanı, en büyük meşruiyet kaynağıdır. Şiddetle alınmayan bir iktidar, şiddetle korunmak zorunda kalmaz.

Bu nedenle Marx’ın devleti araçsallaştırma fikri, kısa vadeli stratejik kazanımlar uğruna uzun vadeli ahlâkî kayıpları göze alır. Oysa bizim mücadelemiz, yalnızca zaferle değil; yöntemle de anlam kazanır. Çünkü hedef özgürlükse, yol da özgür olmalıdır.

Devlet yalnızca fiziksel bir aygıt değil, aynı zamanda zihinsel bir yapıdır. Onun en kalıcı gücü, tanklarında ya da yasalarında değil; insanların bilinçlerine ektiği boyun eğme alışkanlığındadır. Bu yüzden gerçek özgürlük, yalnızca devletten kurtulmakla değil, devletin içimizdeki yankısından da kurtulmakla mümkündür.

Marx’ın çözümlemesi, devletin sınıfsal bir tahakküm mekanizması olduğunu gösterse de, onun zihinsel etkisini yeterince sorgulamaz. Oysa bir insan, devrim yaptığını sanırken bile devlet gibi davranabilir; emir verir, cezalandırır, itaat bekler. İşte bu, şiddetin ruhumuza sızmış hâlidir. Ve şiddetin şekil değiştirmiş bu hâli, devletsiz görünen alanlarda bile mikro iktidar biçimleri olarak yaşar.

Bu yüzden Tevhîdî Agorizm’in devlete karşı duruşu, sadece politik değil; aynı zamanda ruhsal bir arınma çağrısıdır. Devlete benzeyen her davranış, her kurum, her alışkanlık sorgulanmalıdır. Hiyerarşi yalnızca kurumlarda değil; sözlerde, bakışlarda, hatta beklentilerde bile kendini yeniden üretir. Gerçek yataylık, yalnızca yapısal değil; ahlâkî bir duruşla mümkündür.

Ve burada devreye emanet fikri girer. Tevhîdî Agorizm, yönetimi bir hak değil; bir emanet olarak görür. Bu emanet, insanların rızasına, adalet terazisine ve hesap verebilirliğe dayanır. Zorla alınmaz, zorla korunmaz. Kardeşlik içinde taşınır, gerektiğinde geri verilir. Bu nedenle otorite değil; sorumluluk önemlidir. Çünkü Allah’a karşı sorumlu olan bir topluluk, halkına zulmetmez.

Ayrıca şiddet yalnızca fiziksellikle değil, ekonomiyle, dille ve hatta zamanla da işleyebilir. Devlet, zamanımızı çalar; emeğimizi alır; dilimizi yutar; topluluklarımızı yalnızlaştırır. Buna karşı önerilen çözüm sadece bir “başka devlet” değildir. Asıl mesele, devletin dışında bir toplumsal bilinç üretmektir. Bu bilinç, ancak birlikte yaşamanın adil ve ahlâkî yollarını yeniden inşa ederek var olabilir.

Tevhîdî Agorizm, devletin alternatifi olarak bir boşluk önermez. O boşluğu, karşı-ekonomik birlikteliklerle, komünal dayanışmalarla, ortak vicdanın yeniden inşasıyla doldurur. Bu, ne bir parti çalışmasıdır ne de bir darbe planı. Bu, kendi kendine yeten bir cemaatin, adalet duygusuyla hareket eden bir halkın ayağa kalkmasıdır. Ne merkezi komiteye ne zorunlu bir planlamaya ihtiyaç duyar. Çünkü hakikat planlı değil, paylaşılır; özgürlük örgütlenmez, yaşanır.

Bu yüzden hedefimiz bir devlet yıkmak değil; devletin yeniden doğmamasını sağlayacak bir toplumsal zemin kurmaktır. Bu zemin, ancak bireylerin ve toplulukların karşılıklı emanet bilinciyle, ahlâkî sadakatle ve ortak rıza ile mümkündür.

Marx’ın sunduğu devrim modeli, belki çağının en radikal cevabıydı. Ama çağımızın sorusu değişti:
Nasıl yıkarız? değil.
Nasıl birlikte yaşarız?

IV. Ekonomi Anlayışı: Her Şey Emeğe mi Dairdir?

Marx için insan, üretim ilişkilerinin sonucudur. Ona göre özgürlük, üretim araçlarının ortak mülkiyetiyle mümkündür. Bu yaklaşım değerli olsa da dar bir çerçeve çizer. İnsanın anlam arayışı, yalnız üretim ve tüketimle sınırlı değildir. Ortak mülkiyet, insan doğasına uygun olabilir; ama mülkiyetsizlik tek başına kurtuluş değildir. Çünkü mülkün adı değil, mülk üzerindeki ahlâkî anlayış belirleyicidir.

Ayrıca her şeyin “emek” üzerinden ölçülmesi, insanı yalnızca bir üretici hayvana indirger. Hâlbuki değer, bazen söylenmeyen bir sözde, karşılıksız bir iyilikte ya da sessiz bir direnişte gizlidir.

Marx’ın ekonomi anlayışı, emeği merkeze alır. Emek, değerin kaynağıdır; üretim, özgürlüğün ön şartıdır. Bu bakış, kapitalizmin insan emeğini bir meta hâline getirerek sömürdüğü gerçeğini çarpıcı biçimde açığa çıkarır. Ancak mesele sadece emeğin değeri değil; değerin neye göre, kim tarafından ve hangi niyetle belirlendiğidir.

İnsanı yalnızca emek üzerinden tanımlamak, onun çok katmanlı varoluşunu göz ardı eder. İnsan, yalnız çalışan, üreten, paylaşan değil; aynı zamanda düşünen, hisseden, şükreden ve yeri geldiğinde hiçbir karşılık beklemeden veren bir varlıktır. Değer, her zaman ölçülebilir değildir. Bir annenin merhameti, bir çobanın sabrı, bir dostun sadakati — bu gibi şeyler hiçbir üretim aracıyla ölçülemez ama bir toplumu ayakta tutan asıl bağlardır.

Marx’ın materyalist ekonomisi, değeri nesnelleştirmek isterken; bazen ruhu, niyeti, ahlâkı dışarda bırakır. Oysa bir toplumun ekonomik yapısı yalnızca nasıl ürettiğiyle değil, neye değer verdiğiyle de ilgilidir. Ve işte bu nokta, Tevhîdî Agorizm ile Marx’ın yollarını belirgin biçimde ayırır.

Tevhîdî Agorizm, değeri sadece üretim miktarında değil; niyetin saflığında, paylaşımın adaletinde ve mülkün emanet olarak kavranışında görür. Mülk, yalnızca sahip olunacak bir şey değil; sorumluluk gerektiren bir emanettir. Kapitalizm, mülkü kutsar; komünizm, mülkiyeti ortadan kaldırır. Tevhîdî Agorizm ise mülkiyeti emanete dönüştürür.

Mülkiyeti tamamen reddetmek, bireysel sorumluluğu da bulanıklaştırabilir. Çünkü mülk yoksa, emanetten de söz edilemez. Oysa bir insana bir şey teslim edildiğinde —bir toprak, bir araç, bir yetenek, bir bilgi— o kişi artık sadece kullanıcı değil; emanetçi olur. Ve bu emanet, Allah’a karşı verilen bir söz gibidir: Ziyan edilmez, adaletsizce paylaşılmaz, sömürü aracı hâline getirilmez.

Ekonomik eşitlik, sadece herkesin aynı şeye sahip olması değil; herkesin hakkıyla, ahlâkla, vicdanla ilişki kurmasıdır. Bu bağlamda “mülkiyetin ortaklaşması”nın amacı, yalnızca zenginliği bölüştürmek değil; zihinsel iktidarı dağıtmaktır. Çünkü meta sadece bir nesne değildir; aynı zamanda bir algıdır, bir hiyerarşi biçimidir.

Tevhîdî Agorizm’in ekonomi anlayışı, insanı “üretim makinesi” değil, ahlâkî bir fail olarak görür. O üretir; ama tüketmek için değil, paylaşmak için. O kazanır; ama biriktirmek için değil, bereketi yaymak için. Dolayısıyla ekonomik düzen, verimliliğe değil; vicdana, özveriye, tevazuya dayanır.

Çünkü insan, yalnızca emekle tanımlandığında eksilir. Ama emek, ahlâkla buluştuğunda şeref doğar.

Kapitalist sistemde ekonomi, rakamlarla ve büyüme oranlarıyla tanımlanır. Oysa bereket, sayılarda değil; niyette ve paylaşımda gizlidir. Tevhîdî Agorizm için ekonomi, sadece üretim ve tüketimden ibaret bir devinim değildir; aynı zamanda imanın pratiğe dökülmesidir. Alışveriş, sadece bir mal devri değil; bir sözleşmedir. Paylaşmak, sadece bölüşmek değil; bir hak teslimidir. Ve kazanmak, yalnızca biriktirmek değil; infak etmek, çoğaltmak, bereketlendirmektir.

Bu bakışla, “zenginlik” yeniden tanımlanır. Zengin olan, en çok mülke sahip olan değil; emaneti en iyi taşıyandır. En çok kar eden değil; en az sömüren, en çok paylaşandır. Böylece ekonomi, teknik bir mesele olmaktan çıkar, ahlâkî bir dokuya dönüşür. Bu dokuda faiz haramdır; spekülasyon haramdır; aldatmak, gizlemek, emek sömürmek haramdır. Bu yasaklar sadece dinî değil; aynı zamanda toplumsal direnişin de temelidir.

Tevhîdî Agorizm, ekonomik düzenin adaletsizliğine karşı karşı-ekonomik yolları önerir. Bu yollar, sistem dışı değil; sistemi bozan, parçalayarak dönüştüren araçlardır. Devlete vergi vermeyen, kapitaliste kar sağlamayan, banka kullanmayan, yerel ve doğrudan ilişkilere dayalı gölge piyasalar; ahlâklı ticaretin ve özgür dayanışmanın mekânlarıdır. Bu mekânlar, yalnızca malların değil; özgürlüğün ve sadakatin de değiş tokuş edildiği alanlardır.

Karşı-ekonomik faaliyet, sadece takas ya da karaborsa değildir; bağımsızlaşmanın ve dayanışmanın eylemidir. Bir üretici, ürününü pazara değil; cemaatine sunar. Bir zanaatkâr, emeğini zincir mağazalara değil; komşularına harcar. Bir genç, sermaye için değil; ümmetin dirilişi için çalışır. Böylece ekonomi, hiyerarşiyi değil; kardeşliği üretir.

Bu alternatif sistemin özü, iktisadî tevazudur. Yani her şeyden önce kendine yetmek, sonra da başkasına yetebilmek. Çünkü asıl refah, başkasının refahına katkı sunabildiğin ölçüde anlamlıdır. Bu yüzden Tevhîdî Agorizm’de üretim kutsal, fakat kutsallığı niyetinden gelir. O üretim, insanı tüketmesin, doğayı sömürmesin, toplumu yozlaştırmasın diye yapılır.

Kapitalist ekonomide insan, metaya hizmet eder; burada ise meta, insana hizmet eder. Kapitalist mantıkta kazanç rekabetle büyür; burada ise sadakatle, merhametle, emanetle büyür.

Bu nedenle, yeni bir dünya kurulacaksa bu yalnızca silahlarla, politik metinlerle ya da teorik manifestolarla değil; ahlâkî bir ekonomi pratiğiyle mümkündür. Ve o pratiğin temeli, şu soruda gizlidir:

“Sahip olduğum bana mı ait, yoksa ben ona mı aitim?”

İşte bu soruya verilen cevaptır, insanı ya bir tüketici köleye ya da emanet taşıyan özgür bir varlığa dönüştüren.

V. Kapitalizm Eleştirisinin Ötesine Geçmek

Marx, kapitalizmi haklı olarak eleştirir. Ama çoğu zaman “alternatif” olarak sunduğu şey, kapitalizmin simetrik zıttı olur: Üretimin kolektifleştirilmesi, merkezî planlama, bürokratik denetim… Bu öneriler, bireyi devlete karşı daha da güçsüz hâle getirebilir.

Bugün yeni alternatifler gerekiyor: Yerel ve yatay örgütlenmiş ekonomiler, gönüllü işbirliği ağları, karşı-pazarlar, etik temelli takas sistemleri… Belki Marx’ın öğrettiği bir şey varsa o da şudur: Hiçbir sistem kutsal değildir. Her şey sorgulanmalıdır.

Marx, kapitalizmin görünmeyen çelişkilerini görünür kıldı: Emek sömürüsü, yabancılaşma, eşitsizlik... Fakat önerdiği alternatifler —kolektif üretim, devlet mülkiyeti, merkezi planlama— çoğu zaman başka bir baskı türünü doğurdu. Kapitalizmin çözülmesi gereken sorunlarını teşhis etti ama onun ötesine geçemedi. Çünkü alternatifi, çoğu kez aynı oyunu farklı oyuncularla oynamak şeklinde kaldı.

Oysa gerçek kurtuluş, yalnızca mülkiyet ilişkilerini değiştirmek değil; ilişki biçimlerinin kendisini dönüştürmektir. Tevhîdî Agorizm'in çağrısı tam da budur: Sadece neye karşı olduğumuzu değil, ne tür bir ilişki içinde yaşamak istediğimizi sormak.

Kapitalizm, yalnızca ekonomik değil; ontolojik bir sorundur. İnsanı ölçen, tanımlayan, yönlendiren bir dünya görüşüdür. Ona karşı geliştirilecek her alternatif, yalnızca teknik değil, aynı zamanda ahlâkî, varoluşsal ve toplumsal olmalıdır. Merkezî planlama gibi çözümler, kapitalizmin ürettiği yabancılaşmayı sadece yeni bir dilde tekrar eder. Zira insanı birey olmaktan çıkarır, onu sayıya, kategoriye, hedefe dönüştürür. Bu da özgürlüğün değil, yeni bir yönetişim aklının doğmasına neden olur.

O halde asıl soru şudur: Yeni bir dünya nasıl kurulur?

Bu sorunun cevabı, modern devlette ya da komünist partide değil; küçük, yatay, gönüllü topluluklarda saklıdır. Köy meclislerinde, karşı-ekonomik ağlarda, ahlâkî takaslarda, kooperatiflerde, imece usulünde, emanet bilincinde... Çünkü yeni bir dünya, tepeden değil; yürekten kurulur.

Tevhîdî Agorizm burada, sadece bir politik tercih değil; bir yaşam tarzı, bir varlık biçimi sunar. Tüketmeye değil, üretmeye; rekabete değil, dayanışmaya; mülkiyete değil, emanete; çıkar ilişkilerine değil, kardeşliğe dayanır. Bu anlayışta değer, sadece üretilen şeyde değil; niyetin saflığında ve paylaşımın adaletinde gizlidir.

Belki de Marx’tan alabileceğimiz en güçlü miras, onun dogmaları yıkma çağrısıdır. O, zamanının kutsallarını sorguladı: Piyasa, devlet, mülkiyet... Bizim yapmamız gereken, onun kendi sistemini de sorgulamaktır. Çünkü hakikat hiçbir ideolojinin tekelinde değildir. Sorgulama, düşünmenin ibadetidir.

Bugün bir sistem kurmaktan çok, bir ahlâk inşa etmeye ihtiyacımız var. O ahlâk, kimsenin diğerine hükmetmediği, zayıfın gözetildiği, mülkün nimet değil sorumluluk sayıldığı bir hayatın zemini olabilir.

Ve belki de en önemlisi:

Geleceği planlayarak değil, şu anda adil yaşayarak kurabiliriz.

Geleceği planlayarak değil, şu anda adil yaşayarak kurabiliriz. Çünkü gelecek, bir mühendislik problemi değil; bir ahlâk meselesidir. Tıpkı tohum gibi… Toprağa atıldığında geleceği tasarlamaz; sadece toprağa hakkını verir, ışığa yönelir. Gelecek de böyledir: Onu kurgulamayız, ona doğrulukla tanıklık ederiz.

Tevhîdî Agorizm, bu tanıklığın örgütlenmiş halidir. Ne devrimci romantizme sapar, ne de reformist edilgenliğe… O, köklü bir inşa çağrısıdır. Sisteme karşı değil; zulme karşıdır. Çünkü karşı çıkılan şeyin adı değil, doğası önemlidir. Ve karşı çıkmak, yalnızca protesto değil; alternatif bir hayatı yaşamaya başlamakla anlam kazanır.

Bu noktada artık soru şudur:

“Kapitalizm sonrası ne?” değil,
“Kapitalizm dışında nasıl yaşarız?”

Ve bu soru, tek bir cevap istemez. Bu, bir davranış biçimi, bir ahlâkî refleks, bir topluluk hâlidir. Her biri küçük ama köklü adımlarla başlar:
Bir pazar yerinde takas kurmak.
Bir komşuyla imeceye girişmek.
Bir zanaatkâra aracısız ulaşmak.
Bir çocuğa mülkiyetin değil, emanetin anlamını anlatmak.
Bir topluluğu devletsiz ama düzenli yaşatmak.

İşte bu adımlar, sistemin değil; imanın ve adaletin adımlarıdır.
Ve belki de asıl devrim, hiç gerçekleşmeyen bir isyan değil;
her sabah yeniden kurulan bu ahlâklı yaşam biçimidir.

Tevhîdî Agorizm, Marx’ı reddetmez; onun acısını, arayışını ve direnişini anlar. Ama nihayetinde, insanı yalnızca üretimle tanımlayan her düşünceyi eksik bulur. Çünkü biz sadece çalışan değil, anlam arayan, dua eden, bağ kuran, merhamet eden varlıklarız.

Bu yüzden bizim yolumuz, ideolojilerin değil; vahyin ve vicdanın yoludur.
Ve bu yolda ilerlemek için büyük manifestolara değil, küçük ve dürüst adımlara ihtiyaç vardır.

İşte bu adımlar, sessiz ama sarsıcı bir çığlıktır:

“Sizin düzeninize ihtiyacımız yok, çünkü bizim hakikatimiz var.”

Ve bu hakikat, pazarda, sokakta, hanede, sofrada, tarlada, dükkânda…

Her yerde örgütlenmeye hazır bir tevhîdî direniş ekonomisidir.

Sonuç: Marx’tan Öğrendim, Ama Onunla Yetinmedim

Marx, bana eleştirmeyi öğretti; düzenin kutsallığını sorgulamayı, emeğin değerini, piyasanın maskesini indirmeyi… Ama onun tanımıyla sınırlı kalmadım. Çünkü özgürlük, sadece zincirleri kırmakla değil; zincirleri bir daha dövülmeyecek demirlerle değiştirmekle mümkündür.

Benim yolum Marx’a paralel değil, belki çapraz; ama düşmanlık değil, eleştirel sadakat taşıyor. Bu çağ, Marx’tan daha fazla şey hak ediyor. Ama onun da hakkını vererek, devam etmek gerekiyor.

⚬ 
Yazdıklarımı, Hayatımın Anlamı Elif Canpolat'ıma Armağan ediyorum.
Kampta, iyi eğlenceler diliyorum...
⚬ 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Tevhidi Agorizm için tasarı (manifestom için bir prototip)

  ↪Tevhîdî Agorist İslami İdeoloji Tasarımı 1. Temel Felsefe ve İdeolojik Kökenler Tevhîd (Allah’ın Birliği): İdeolojinin temelini sadece A...